Bu Blogda Ara

19 Kasım 2012 Pazartesi

Hikayem Paramparça


Hikayem Paramparça, Emrah Serbes'in son çıkan ve içindeki metinlerin çoğu Afilli Filintalar blogundaki 'afili parçalar' adı aldtında yazdıklarından oluşturduğu bir seçkidir. En sondaki, 'Galip İşhanı' adlı yazısı ise ilk defa bu kitapta yayınlanmaktadır. 

Behzat Ç. dizisi ile oldukça tanınan Emrah Serbes ilk romanı olan Her Temas İz Bırakır'ı 2006 yılında yayımlamıştır. Ben onu o zamanlardan tanıdığım için olsa gerek sonradan tanıyıp sevenlerden pek haz etmiyorum, tabi bu benim kötü bir huyum olup sevdiğim kitapları kimse bilmesin istememden kaynaklanan bir şey. Zamanla bunu aşacağım, umarım. 2008'de yayımlanan ikinci Behzat Ç. romanı olan Son Hafriyat'tan ben de tüm diziyi sevenler gibi sonradan haberdar olduğum için biraz utanmıyor da değilim. Son kitabı olan Erken Kaybedenler'i de çok severek okudumu da söylemeden geçemeyeceğim. Blog yazılarının hepsini belki birden çok kere de okudum. Dolayısıyla, beklediğim bu kitap bende hayal kırıklığı oldu, çünkü okurken hep 'ee ben bunu biliyorum, ama bunu da biliyorum, ee nerde yeni şeyler.' diye geçti içimden. Buna rağmen, çok severek okudumve sevdiğim tüm cümlelerin altını yine kitabın kapak rengine uygun olsun diye mor renkli kalem ile çizdim.


Kitabın içindekilerini bilmeme rağmen bir kaç sayfada bir koyulmuş fotoğraflar bana değişik ve güzel geldi. Fotoğraflardan biri var ki, beni oldukça etkiledi. Bu fotoğrafta, bir adama sarılmış bordo olduğunu tahmin ettiğim ojeleri olan bir kadın eli var ve o elde de kağıttan bir gemi. Bu fotoğrafın içinde olduğu metnin adı ise 'hüzünlü piç'. Bu bir hüzünlü piç ve acemi piç'in hikayesi. Bu hikayede, Behzat Ç.'den bildiğim cümleleri görünce ister istemez kulağımda da Erdal Beşikçioğlu'nun sesi çınladı. Bahsettiğim alıntı ise şu, "Zaten kalbini Ikea'dan almış, söküp takabiliyormuş. Ayrıca yalanlara inanmaya ihtiyacı varmış. Bütün çaresiz insanlar gibi... Bütün hasta yakınları gibi... Dağılan bir okul gibi..."

Emrah Serbes'in bazı yerlerde kendini yazdığını düşündüğüm gibi beni de yazdığını düşünmedim değil. Mesela, arkadaşı ile beraber gittikleri okulun beş katlı değil de, üç katlı olduğunu fark edişlerinde yaşadıkları şoku anlatmasında kendimi buldum. Birinci sınıf bitince ikinci katta okuyan tek çocuk ben değilmişim ve üçüncü sınıfa geçince de üçüncü kata çıkan da... Üçüncü kata çıkınca da, 'ee daha döört ve beş var, nereye çıkıcaz?' diyen de... Ya da, şeker biten sakızı şekere batırıp çiğnenebilir mi diye aklından geçirişinde... Belki de, okurken kendimizden bir şeyler bulduk diye çok sevdik, Emrah Serbes'in yazılarını ve Behzat Ç.yi de... Belki de, bizim aklımızdan ve kalbimizden geçenleri ama anlatamadıklarımızı, kelimelere dökemediklerimizi anlattığından. 

Kitabı sevdim, hem de çok sevdim ama hayalkırıklığı da yaşadım. Keşke, sadece Galip İşhanı değil de okuduğum diğer metinler de yeni olsaydı. Bir de, kitabı okuduğumdan beri bir 'uçurtma' ile yer değiştirmek istemeye başladım. Gördüğüm ilk uçurtamaya bakarken bunu düşüneceğimden eminim. Son olarak da, bu kitabı okuduktan sonra anladım ki her kitabın bir şarkısı var. 'Kutupta yaz gibi' adlı şarkı da, bu kitabın şarkısı.


15 Kasım 2012 Perşembe

Sezuan'ın İyi İnsanı


13 Kasım 2012'de Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi'nde Sezuan'ın İyi İnsanı adlı tiyatroyu izledim. Bertolt Brecth tarafından yazılan ve orjinal adı Der Gute Mensch von Sezuan olan tiyatro oyunu ilk olarak 1943 yılında Zürih'de sahnelenmiştir. 

Aslında, Brecht oyuna Die Ware Liebe adını vermeyi düşünmüştür. Bu plandaki amacı kelime oyunu yaparak aynı okunuşa sahip olan Die wahre Liebe ile paralel olmasını sağlamaktır. Die wahre Liebe, "gerçek aşk" demektir. Öte yandan, Die Ware Liebe de bir "meta olarak aşk" anlamına gelmektedir. 

Oyunun ilk sahnesinde, Sezuan'a gelmiş Tanrıları iyi bir insan ararken görürüz. Bu sahnede en çok dikkat çeken şey üç Tanrıdan birinin kör, diğerinin sağır ve sonuncusunun da topal olduğudur. Bu üç Tanrı'ya kalacak yer arayan sucu ise yağmur yağarken suyunu satamamasından yakınmaktadır ve suyunu sattığı maşrapanın tabanı hilelidir, ancak Tanrıları sürekli beklemektedir. Bu sebeple, oyunun ne iyi ne de kötü karakteri değildir. Sucu, aynı zamanda fahişe Shente'nin çok yakın arkadaşıdır ve Tanrıları misafir etmesi için ona götürür. 



Tanrılara göre Sezuan'ın iyi insanı, fahişe Shente'dir. Shente ise, buyruklara uymadığını aslında uymak istediğini, bu yola istediği için düşmediğini ancak bedenini satarak yaşamını sürdürebildiğini bu yüzden de iyi bir insan olmadığını söyler, Tanrılara. Tanrılar da bunun üzerine Shente'ye para verirler.

Shente eline geçen mucize ile tütün dükkanı sahibi olur ve artık fahişelik yapmamaya karar verir. Tanrıların dediği gibi iyi insan olur. Ancak, daha dükkanı açılmadan herkese iyilik etmeye çalışması yüzünden iflasın eşiğine gelir. Tam bu sırada ortaya kuzeni Shuita çıkar ve bir çok kötü iş yapar. Tütün fabrikasında afyon satar, Shente için zengin berber ile çıakr evliliği ayarlar, çocukları çalışmalarda kullanır ve Tütün Kralı olur. Yani, Shente mutlak iyiyi simgelerken, Shuita da mutlak kötülüğü simgeler. Ve en önemlisi, Shuita, Shente'nin alter egosudur. Aslında, Shuita da tüm bunları kötü olduğu için değil de, Shente'nin yaptığı iyilikler ile sömürülerek yıkılmaya yüz tutan yaşamını ancak sertlik ve kötülük ile daha iyi edeceğindendir.

Shente gider, Shuita gelir. Shuita gider, Shente gelir. Olaylar böyle süregelir. Shente'nin yardım ettiği komşuları ise Shente'ye "kenar mahallenin meleği" derler, bunu hangi anlamda söyledikleri de çok net değildir çünkü, komşuları yoksul oldukları gibi kötüdürler. 

Oyunun en güzel yanı, ara sıra Shente'nin söylediği şarkılardır. Bu şarkılardan anlarız ki, Shente'nin yaşadıklarından çıkardığı sonuçlar şunlardır, "İyilik, yaşamı mahveder, sertlik yaşamı yeniden kurar." ve "Bir kişinin tek dostu yalnızca kendisidir."

Oyunun en kötü yanı ise,  ortalama bir tiyatro süresinden uzun olması ve çok yavaş ilerlemesiydi ancak bu durumu oyuncular sahnedeki başarılı oyunculukları sayesinde olumsuzluk olarak görmedim.