Bu Blogda Ara

31 Ocak 2013 Perşembe

Sevgili Arsız Ölüm

Çok yıllar önce okumuştum, Sevgili Arsız Ölüm'ü. Eylül'de de Yüzyıllık Yalnızlık'ı okudum. Bunun üstüne tekrardan okumak istedim, Sevgili Arsız Ölüm'ü. Dün gece başladım, bu akşam bitirdim. Bence, büyülü gerçekçilik akımı ile yazılmış ve bir aileyi anlatması dışında benzerlikleri yok. 

Sevgili Arsız Ölüm, küçük bir aileyi anlatır, ve onların köyden kente göçlerini. Ana kahraman, Dirmit kız'dır. Latife Tekin, köyden başlayarak kente göçtüklerinde ve kentte yaşadıkları zorlukları ve gördüklerini masalsı bir dille anlatırken, Dirmit Kız, ablası, annesi ve yengesi üzerinden de bolca kadınlık sorunlarına da yer vermiştir. Bu açıdan da, Yüzyıllık Yalnızlık'tan oldukça farklıdır. 
Bence, büyülü gerçekçilik akımı ile yazılmış kitaplar elde pek bekletilmeden bir solukta okunmalıdır. Masal dinler gibi olduğu için sadece kelimelere ve cümlelere odaklanıp, onalrdan hikayenin bütününe odaklanmak lazım. Be n, çok sverim büyülü gerçekçilik akımı ile yazılmış kitapları okumayı. Sanırım, bunda çocukken dinlediklerimin duyduklarımın da etkisi vardır. Ama, Sevgili Arsız Ölüm'ü daha farklı sevdiğimi söylemeden de edemeyeceğim. Dirmit Kız'ı da...

Hani diyorlar ya, Sevgili Arsız Ölüm, Yüzyıllık Yalnızlık'a benziyor diye. Onun gibi, bizler de biraz biraz benzemiyor muyduk, Dirmit Kız'a? Gece şiir yazıp, gündüz denize okuyan; "Beni sakla canım yıldız." diyen Dirmit Kız'a... Ama biraz biraz... Hem her şey, her şeye benzemez mi biraz biraz, bazen; herkes de herkese? 

27 Ocak 2013 Pazar

TOL

Murat Uyurkulak'ın romanı olan Tol'un ilk cümlesini bilmeme rağmen okumamıştım. Behzat Ç.'de Harun Eda'yı Tol'u okurken görünce hemen Şule'ye bana kitaı anlat der. Şule de ona, "Kitabın ilk cümlesi, tüm kitabı özetler." der. Ve o cümelyi söyler, "Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi." Sonraki sahneler de, bu cümleyi bir kez de Harun'dan duyarız. Dolayısıyla, iki üç tekrardan sonra cümleyi bilmeyen izleyici bile kolaylıkla ezberlediği gibi kitabı okuma konusundaki isteği ister istemez artar. Ben de, onlardan biri olarak ancak okuyabildim.

Kitabın en sevdiğim yanı üç bölümden oluşması ve bölüm adlarının, "T", "O" ve "L" olması. Ayrıca, Tol Kürtçe'de 'intikam' demekmiş zaten kitabın iç sayfasında, Tol'un hemen altında,'Bir İntikam Romanı' yazdığını görürüz. Ben Tol'u okumaya bir akşam başladım. Saba kadar okudum, sonra okula gittim, geldim yine okudum. Kahve ve çikolata eşliğinde hemencecik bitirlecek bir kitap değil, aslıdna. Yani, bu da okuyucu olarak kendime bir eleştirim çünkü harcadım resmen kitabı. Bence, çok daha yavaş sindire sindire ve düşüne düşüne okunması gereken de bir kitapmış. Zaten, bunu insanların yorumlarından da anlayabiliriz. Bu tip kitapları okuyanlar genelde ikiye ayrılır, verimli okuyanlar ve ilk kısmını okuyup bırakanlar diye. Verimli okuyan insanlar, kitabı severler ve önerirler. Diğerleri ise, biraz okuyup bir kenara bırakırlar ve sevmediklerini söyler durular. Demem o ki, Tol'u okuyanlar ya sever ya da sevmez. Ha bir de, kabını beğenmeyip almayanlar da var, duydum biliyorum. Kimisi de, Hakan Günday tarzı bir kitap diye alıp okumaya kalkışıp, "aman yeağğ Hakan Günday daha iyi, Piç mesela harika kitap." diyenler de yok değil. anlamayan yorum yapmasın bari, demekten başka bir şey gelmiyor elimden

Tol'a geri dönmek gerekirse, kitabın karakterlerinden bahsedebilirim. Karakterler, eski siyasi suçlu bir şair,ve alkol bağımlısı hayata tutunamamış babasız Yusuf. İkisini Diyarbakır'a giden bir trendeki yolculuklarını okuruz. Yolculuk ilerledikçe Türkiye'nin yakın siyasi tarihini de anlatır, okuyucuya. Ancak, bunu o kadar güzel yapmıştır ki yazar, siyasi bir söyleme sahip olmadan babasını arayan, hayata hiç bir yerinden tutunamamış bir gençin üzerinden vererek. 

Kitap hakkındaki son yorumumu, kitabın 195. sayfasından bir alıntı ile yapmak istiyorum, "her şeyi anladım, hiçbir şeyi anlamadım."

Tante Rosa

Sevgi Soysal'ın okuduğum ilk kitabı Şafak idi. İkincisi de Tante Rosa oldu. Tante Rosa'yı Şafak'tan sonra anladım ki, Sevgi Soysal yazılarında bireysellikten toplumsallığa doğru yol almıştır. Tante Rosa, ilk yayımlandığı zaman çeviri bir öykü olduğu ve Sevgi Soysal'ın bunu sahiplendiği hakkında eleştiri almış ve Tante Rosa'ın kim olduğu sorulmuş. Buna Sevgi Soysal'ın cevabı şu olmuş, "Tante Rosa  ne büyük annemin, ne de teyzemin yaşantılarını anlatır. O büyük annemden başlayıp bende biten bir çizgidir. Küçükten bildiğim bir benzeme korkusudur; okuduğum bir mektup; bir iki soluk fotoğraf; anımsadığım bir şarkı; birkaç damla gözyaşı; kendi deneyimlerimde yeniden yakaladığım gülünçlükler; saçmalardır."
 Tante Rosa, bütün giriştiği işlerde başarısız olan bir kadının hikayesidir. Çocukken at cambazlığına özeniyor, olmuyor. Evleniyor yine olmuyor. Ardında çocuklarını ve mektup bırakıp kaçıyor. Hatta, fahişe oluyor ama bunu da tam anlamıyla başaramıyor. Ve diyor ki, "Orospuluk, ahlaksızlık, namussuzluk bunu koparıp alanındır, anladı. Orospuluğun herkesin hakkı olmadığını, herkesin bir işi, bir bildiği olduğunu. Bu bir örgüttür, her örgütün kendince kuralları vardır, bir örgütün içinde olmak gerektiğini anladı. Gitarını yeniden eline aldı. Aşkın da örgütlenmesi, haklarının savunulması gereken bir şey olabileceğini düşündü. Şu ya da bu çemberin içine girmemiş, girememiş bir bireyin gebermekten başka hakkı olmadığını anladı." 

Tante Rosa, her başlangıçla beraber kurtuluşunu arayan bir kadının hikayesini anlatırken, kadınlık sorunlarının etrafında dönerek bunları anlatıyor. Umutsuz değildir, Tante Rosa ama umutlu da sayılmaz. SAdece, yeni başlangıçlar ile kurtulacağına bu sefer işlerin iyi gideceğine inanır. Yaşamakta ısrar eder, düzene asla başkaldırmaz, kendini yaşamın akışına bırakmıştır. Çocukluğunda ve genç kızlığında öğrendiği bazı şeylerin öyle olmadığını öğrene öğrene, denye deneye ve yeni başlangıçlar yapa yapa, yenile yıkıla devam eder ve en sonunda da ölür. 

 Ölmeden az evvel, yeni Rosa ile konuşur Yaşlı Rosa. Yeni Rosa, Yaşlı Rosa'ya, "Öncesi ve sonrasız, bağlantısız ve belgesiz tükenivermek bir ağacın, bir evin, bir pabucun hakkıdır. bir insanın, bir insanın ama, bir Rosa'nın niçin eskidiğini bilmem gerek, yeni Rosa'yı bunun üzerine kurmam gerek."Rosa,"Sen bir otomobil misin, bir çamaşır makinası mısın, bir elektrik süpürgesi misin ki senden bir önceki modelin bozukluklarından sıyrılmış olarak piyasaya sürülmek istiyorsun?" der ama bunun cevabını alamadan ölür. Hani demiş ya Sevgi Soysal, "Tante Rosa büyükannemden başlayıp, ben de biten bir çizgi." diye, işte onu buradan da anlayabiliyoruz.

Tante Rosa, Königstrasse'den bahsediyor, savaşta o caddedeki yıkılan binalardan. Acaba bu Königstrasse nerede diye düşünmeden edemedim. Benim bildiğim bir tane vardı, Stuttgart'ta ancak Almanya'nın bir çok şehrinde Königstrasse olabileceğini düşündüğümden pek de hayal etmemeye çalıştım. Ancak, ilerleyen yerlerde Stuttgart geçtiğini görünce, dedim evet bu benim bildiğim cadde. Kitabı okurken aklımda hep o caddede yürüyen Tante Rosa görüntüsü geçti. Bu arada o caddenin bende güzel bir anısı da var, onu da anlatmadan geçemeyeceğim. Ben Almanca kursuna gidecektim, ancak kursumu bulamadım. Birini dururup, "Where is Königstrasse?" dedim. Adam bana, "ımm, King Street, yes I know, you should turn right way and walk straight." dedi. Ben de, "Thanks. I hope I will find Königstrasse." dedim. Bu da, böyle bir anım işte. Eğer, o zamanlar Tante Rosa'yı okumuş olsaydım, o caddede yürüyen kadınlardan birinin Tante Rosa olduğuna inanbilirdim diye düşünmeden de edemiyorum. Keşke okumuş olsaydım o zamanlarda.

Kendime not: İlerde bir gün kızın olursa, ona Tante Rosa'yı okumasını öner.

Kırmızı Pelerinli Kent

Bu blogu açma sebebim okuduğum kitapalr, izlediğim filmler ya da tiyatrolar hakkında ufak tefek notlar yazmak idi. Beni düzene sokacağına inanıyordum. Defterlere karalamalar yapmak yerine düzenli düzenli buaraya yazacaktım yani en başta amacım bu idi. ama, olmadı. Dağıldım yine. Hayatımda iki gün kendime koyduğum düzenli kurallar silsilesini uygulasam, kalan beş gün onlardan eser kalmıyor. Son günelrde ise iyice dağıldım. Dersler, çalışmalar ve bolca kitap okuma ile geçti günlerim. ancak, onları yazmaya henüz vakti bulamadım. Belki de yazmam. Ama, Aslı Erdoğan kitaplarını es geçemiyorum. Hatta, kitapları hakkıdna sayfalarca yazı yazabilirim ve okurken altını çizdiğim satırları da. ama, buna ne vaktim var ne de yapabileceğime dair inancım.

Ne zaman anımsamıyorum ama belki de yılbaşı için eve gidişimden dönerken Carefour'daki D&R'dan tüm kitaplarını aldım, Aslı Erdoğan'ın. Hangisini okuyacağıma karar veremediğim için poşetin içinden rastgele seçip başlaıdm okumaya. Çıkan kitap, Kabuk Adam idi. Ardından Kırmızı Pelerinli Kent'i okudum.Sonra, biraz ara verdim çünkü fazlasıyla depresif gelmişti ve okurken ben de daralıyordum, zaten sıkıntılı bir ruh hali içindeyken hele hele finaller ve projeler üstüme üstüme hiç okunmaz deyip, ara verdim. Zaten, yaşadığım dağılma da tamamen bundan sonra oldu diyebilirim. Aslı Erdoğan gibi akademik hayatı yarıda kesmeyi bile düşünmedim değil. Neyse, şu an konumuz bu değil. 

Demem o ki, Aslı Erdoğan kitapları ve Sylvia Plath'in Sırça Fanus'u bende hemen hemen aynı etkileri yarattı. Şu günler, güya ara tatil olduğu için yani bana değil ama akademik yarıyıl tatili olduğu için en azından derslerin olmaması ile birazcık toparlandım, ve kaldığım yerden devam edeceğim Aslı Erdoğan okumaya. 
Son söz olarak, hayat kolay değil ama dayanmamız lazım umudumuz yitirmeden. Bu kitaptan sonra, her başarısızlığın ardından  umudunu yitirmeden yoluna devam eden bir kadını anlatan bir kitabı okumaya karar verdim. Tante Rosa'yı...

Mucizevi Mandarin

Bir kaç hafta önce okumaya başladığım Aslı Erdoğan kitaplarına evrdiğim araya son verip, Mucizevi Mandarin'i okudum. Kitap altı öyküden oluşuyor ve altı öykünün kimisi de kendi içinde öykülerden oluşuyor. Yitik Gözün Boşluğunda, yani ilk öyküde kitabın adı ile aynı olan bir alt öykü vardır. Mucizevi Mandarin...

Avrupalılar Çin devlet memurlarına 'mandarin' derlermiş. Yaşlı ve çirkin bir mandarin, karşılığını para ile ödeyebileceği bir zevk gecesi için güzel ve taş kalpli bir fahişeye gitmiş. Fahişe, arkadaşlarını çağırmış sabaha doğru ve mandarini soymaya kalkışmışlar, dövmüşler, bıçaklamışlar ama hiç yara açılmamış mandarinin vücudunda. Sonra korkup kaçmış haydutlar. Kadın ise bu olanları izleyince, mandarinden çok etkilenmiş. Adamı, şefkatle okşamaya başlamış ve her okşayışında mandarinin vüccudunda bir yara izi belirmeye başlamış. İçten ilgi ve şefkat görene kadar gizli kalan yaralar, ortaya çıktıkça adamı ölüme götürmüş. Kitap adını bu öyküden aldığı gibi temelleri de buna dayanıyor, Aslı Erdoğan'ın her öyküsündeki kadın karakterler gerçek ilgiyi ve şefkati ararlar ve ou bulana dek yaralarını kimseye göstermezler, güçlüdürler. Hatta, bir öykünün sonunda diyor ki Aslı Erdoğan, "Şefkat, bazen nasıl da ona en çok gereksinim duyanları paramparça ediyor."


24 Ocak 2013 Perşembe

Sırça Fanus

“I can never read all the books I want; I can never be all the people I want and live all the lives I want. I can never train myself in all the skills I want. And why do I want? I want to live and feel all the shades, tones and variations of mental and physical experience possible in life. And I am horribly limited.”

 
 
 
27 Ekim'de Ereğli'den İstanbul'a gelirken mola yerinde gördğm Sırça Fanus'u. O sayede, ilk kez Sylvia Plath okudum. Hep duyardım ama Nilgün Marmara'dan sonra. Merak ederdim ama hiç okumamıştım. Sırça Fanus'dan sonra da hala başka bir şey okuyamadım Sylvia Plath'den. Oldukça depresif bir dönemimde oldukça depresif olan Sırça Fanus beni çokça etkiledi, sanırım ondan cesaret edemiyorum. Ben okuduklarından etkilenen bir insanım, ne yazık ki.
 
Bu arada, tesadüfen denk geldiğim sırça Fanus, tam da Sylvia Plath'in doğumgünde alıp okumaya başladığım için oldukça anlamlı oldu benim için. Tabi, kitapdaki kızın ruh hali ile benim ruh halimin de benzemesi de oldukça güzel bir tesadüf oldu. Ve, okduuktan sonra az da olsa mutlu oldum, "bunları yaşayan, bunları hisseden bir ben değilim." diyerek gülümsedim, kendi kendime.

Sonra, az biraz hakkında araştırma yapınca yukarıdaki alıntıya denk geldim ve hemen hemen her gün aklıma gelir oldu, Sylvia Plath. Tam da bunlar aslında, anlatmak istediklerim. anlatamadığım ama beni boğacakmış gibi hissettiren tüm düşünceleri yazmış, Sylvia Plath, iyi ki de yazmış. 

Nur içinde yatsın.

23 Ocak 2013 Çarşamba

Canistan


Canistan, Yusuf Atılgan'ın yarım kalmış romanı. Roman, Kurtuluş Savaşı yılları'nda Manisa'nın bir köyünde başlar. Besleme olarak yetişen Selim, evden kaçar ve onun evden çıkınca yaşadıklarını okuruz. Sonlara doğru da, Selim'in milli mücadelede çete lideri olduğunu okuruz. Selim dışında bir de Hasan karakterini okuruz romanda.

Aylak Adam ile Yusuf Atılgan'ı seven bir çok insan Canistan'ı okuyunca "belki de yarım kalmadı, yarım bıraktı." şeklinde yorum yaparlar. Ben buna oldukça kızıyorum, yani insanlar Aylak Adam'daki gibi facebook statuslerine yazacak cümleler yok diye sevmemiş oldukları düşünüyorum ve o insanlara, bunun  bir köy romanı olduğunu inanlarının köyde yaşayaninsanlar olduğunu Aylak Adam'ın C. si gibi olmaıdklarını hatırlatmak isterim.

Tüm bunlara ek olarak, kitabın adını çok sevdiğimi de söylemeden geçemeyeceğim. Canistan, ne güzel isim, hele de bir kitap için hele de Yusuf Atılgan kitabı için.

20 Ocak 2013 Pazar

"...geri kalanlar ise Vüs'at O. Bener okurudur."

Bence, ben kampüs dışına çıkmamalıyım, çünkü elimde henüz okumadığım bir sürü kitap olmasına rağmen gidip yenilerini alıyorum, hem öyle bir kitapla da kalmıyorum aldım mı en az beş kitap. Aslında, almak istediğim kitaplar vardı; Mazag ve Jilet Sinan. Ne yazık ki, ne dahafta ne de kitapçılarda bulamadım. İnternette bir kaç sitede stokta gördüm neyse, bir ara oradan alabilirim ama nedense internetten alışverişi pek seven biri değilim. Hem ben, sahaf kitaplarını sveiyorum. Neyse, işte hazır kitapçıları dolaşmışken hem de sahafları gezmişken bari boşa gitmiş olmayayım deyip Vüs'at O. Bener'in iki kitabını aldım, biri sahaftan biri de kitapçıdan.

Mızıkalı Yürüyüş~Kara Tren adlı kitabı tamanen adını beğenerek aldım, içindekilerin ne olduğunu bilmiyordum ya da arka kapağını bile okumadım. Mızıkayı ve trenleri sevdiğim için ilgimi çekti. Bu sabah uyanınca hemen başladım okumaya, henüz bitirmedim kitabı, yarısında sayılırım.

Kitap iki kısımdan oluşuyor, adından da anlaşıldığı gibi; Mızıkalı Yürüyüş ve Kara Tren. Mızıkalı Yürüyüş, Vüs'at O. Bene'in anılarını notlar şeklinde yazdığı bir günlük gibi düşünülebilir. Bölüm adları yok ama belli bölüm bölüm ve bir bölüm daha eski geçmişini anlatırken, onu izleyen bölüm daha yakın geçmişini anlatıyor. Yani, bir bölümde lise anılarını anlatırken, diğer bölümde geçen Pazar'dan bahsediyor. Aralarda izlediği filmler ve okuduğu kitaplar hakkında da kendi görüşlerini belirtiyor. Okurken bahsettiği filmleri ve kitapları bir kenera not edip, kendime Vüs'at O. Bener'den okuma ve izleme listesi çıkarmaya başladım.

Bu arada demeden geçemeyeceğim, Vüs'at O. Bener'i ben Barış Bıçakçı sayesinde tanıdım, geç oldu ama iyi ki de oldu. Şu an kitabın kalanını da okumak için can atsam da, yazılacak raporlarımı yazmak için kitabı bir kenara koymak zorundayım. İşte böyle zamanlarda, "keşke bir işim olsaydı ve iş sadece kitap okumak olsaydı. ve bunun için bana para ödeselerdi ve kitap alsalardı." şeklinde çocuksu hayaller kuruyorum. Sonra, pencereyi açıp yüzüme çarpan rüzgarla kendime geliyorum. Bu da, böyle bir Pazar günü işte. Kitap okumaktan alınan zevk bile yarım kalıyor, yapılacak işlerin telaşı, haftaya başlamadan evvel düşünülenler, planlananlar... düşünmek bile yetiyor başımı ağrıtmaya.Pazar günlerine sempati duymayan tek ben değilim, neyse ki. Diyor ki Vüs'at O Bener, "Hele pazarları tepeden tırnağa çarpıntıyım, direncim paramparça."

19 Ocak 2013 Cumartesi

Der Siebente Kontinent

Bir arkadaşımın tavsiyesi ile izlediğim ilk Haneke filmi olan Yedinci Kıta'yı an itibari ile izlemeyi bitirdim. Aslında, şu an çok uykum var ama sonra yazarım diye erteleyince bir daha hiç yazamadığım için hakkında bir iki cümle yazmak istedim, gerçi bu film unutulacak gibi bir film değil.

Filmin konusu hakkında ya da filmde olanlardan bahsetmek yerine, bendeki etkilerinden bahsedeceğim. Filmi, Perşembe günü izlemeye başladım. Almanca olması ve konuşmalaırn azlığı sebebiyle dilime katkısı olur diye alt yazı falan okumadan izlerken ilk kırkbeşinci dakikasında uyuyakalmışım. Dolayısıyla, tekrar izlemeye başladım ama bu sefer pür dikkat düşüne düşüne...

Filmde, ailenin tüm kıyafetlerini kestikleri, eşyalarını kırdıkları, fotoğraflarını kestikleri hatta balık akvaryumlarını kırdıkları bir sahne var ki, işte aynını yapmak ara ara ben de çok istiyorum. Geçmişime ve şimdiye ait her türlü şeyi yok etmek, yırtmak, parçalamak... Ara ara zaman zaman yapmıyor da değilim. Okuduğum makaleleri bir anda yırtıp yırtıp çöpe atışım, okduuklarımdan ya da izlediklerimden aldığım notları yazdığım defterleri ya da günlüklerimi çöpe tıkıştırışlarım geldi aklıma, izlerken filmi. Bu durumu, bazen hepimiz yaşıyoruzdur. İşte bundan dolayı, izleyin ve düşünün film ve hayatınız üzerine derim, ben

Yanılmıyorsam, filmin sonlarına doğru 'Power of Love' adlı şarkıyı duydum. Yıllar önce, CDler daha yeni yeniyken Ceine Dion'un CDsini almıştık, evde ailecek dinlerdik biz o CDyi, işte o geldi aklıma. Daha fazla düşünmeden hatta hiçbir şey düşünmeden, şarkıyı dinleye dinleye uyuyacağım, en iyisi bu şu an.

18 Ocak 2013 Cuma

Sinek Isırıklarının Müellifi

Sinek Isırıklarının Müellifi ile tüm Barış Bıçakçı kitaplarını okumuş olmanın aynı anda sevincini ve hüznünü yaşıyorum.

Diyor ki, bu kitabında Barış Bıçakçı, "Yazmak bir bakıma anlatılmaya değmez olanı anlatmaktır. Böylelikle anlamsız olanı anlamlı kılmaya cüret etmektir." Sevgili Barış Bıçakcı, sen yaz olur mu, sen yaz ki, anlamsız olanlar anlam kazansın kitaplarında ve ben, altlarını  çize çize okuyayım.

Aslında, öyle çok şey var ki bu kitaba dair anlatmak istediğim ama bir yandan da anlatmak istemiyorum, bana kalsın, benim olsun istiyorum tüm Barış Bıçakçı kitapları gibi.

Bu kitabı okuyanlara tavsiyelerim olacak. Şöyle ki,

  • içinde geçen kitap adlarından bir okuma listesi çıkarınız.
  • içinde geçen şarkıları dinleyiniz.
  • 50. bölümdeki gibi bir liste oluşturun, kendi listenizi...
  • 47. bölümü tekrar düşünerek okuyunuz.
  • eğer okumamışsanız, diğer Barış Bıçakçı kitaplarını da okuyunuz. ve, sevdiklerinize de hediye ediniz.
Kitabı okumayı düşünmeyenlere de tavsilerim olacak.
  • kitapçıda denk gelirse şöyle bir karıştırınız.
  • 47. bölümü okuyunuz, kıcacık bir bölüm hemen bitecektir. sonra da, üzerine düşününüz.

17 Ocak 2013 Perşembe

Sandık Lekesi'nden Notlar






















Sandık Lekesi

Sandık Lekesi, Sema Kaygusuz'un 2000 basımlı öykü kitabıdır. Onüç öyküden oluşan kitabını sınavlar, ödevler ve projeler yüzünden bir kaç haftadır kşitap okuyamamanın verdiği açlıkla hemencecik okudum. 

Kadın Sesleri ve Kışlangıç adlı öykülerini çok sevdiğimi söyleyebilirim. Kadın Sesleri'nde iki kadının konuşmalarına tanık oluyoruz ve sonu oldukça çarpıcı, bence. Kışlangıç'da ise Sema Kaygusuz öykülerini nasıl yazdığı hakkında bilgiler veriyor, okuyucuya.

Dil olarak sade olan bu öykülerin hepsinde anlatım birbirinden farklı farklıdır. Henüz, Sema Kaygusuz'un diğer öykülerini okumadığım için pek anlayamadım ama sanırım, öykülerinde sürekli kullandığı bir anlatım şekli yok. Mesela, öykülerini okurken hepsinin onun yazdığını bilmesem tahmin edemezdim. Ancak, tüm öykülerinde ortak özellik olarak, öykülerini yazarken ya da kurgularken kendine bir kelime belirlemesi ve onu etraflıca düşünerek öykülerini oluşturması olduğunu düşünüyorum.

Sandık Lekesi'ni kütüphaneden alıp okuduğum için, okurken altını çizmek istediğim yerleri çizemedim. Dolayısıyla, hepsini bir deftere yazdım. Benden önce okuyanlardan herhangi birinin ya da kitabı kütüphaneye bağışlayan ilk sahibinin altını çizdiği ve yanına eklediği notları da ilgiyle inceledim. Açıkcası, kütüphaneden kitap alıp okumayı pek sevmeyen ben, bunları gördükçe pek eğlenerek okumaya devam ettim. Gerçi, sahaftan kitap alınca da aynı şeyle karşılaşıyordum ama kütüphanenin kitabı olunca çok daha ilgi uyandırıcı oldu.


9 Ocak 2013 Çarşamba

Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi

Çocukken okumuştum, Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi'yi o kitapda Cemal Süreya"... aslında elinize ne geçerse onu okuyun. ya bir şey geçmezse… o zaman da oturun, bana mektup yazın." diyordu. İşte ben o zaman başladım, ne bulursam okumaya ve mektuplar yazmaya. İlk mektubumu Cemal Süreya'ya yazdım, "Sevgili Yazar" diye başlayan. Ona kitabını çok sevdiğimi de yazdım ve okuduğum diğer kitapları. Hatta bazen, okuduklarımın özetlerini de yazıyordum, sonuna da ekliyordum "Umarım bu kitabı okumuşsunuzdur, okumadıysanız okumanızı tavsiye ederim." 

Sonra büyüdüm biraz, Cemal Süreya'nın şiirlerini okumaya başladım, aşka dair ne varsa şiirlerden öğrenmeye çalıştım ve tüm aşklarımı şiirlerle şiirlerde yaşadım. Yine mektup yazarak ama bu sefer "Sevgili Şair" diye başlamadı mektuplarım çünkü, şiir kahramanlarına yazıyordum mektuplarımı ya da kendi şiir kahramanlarıma.

Ben elime ne geçerse okumayı, okuyacak bir şey yoksa mektup yazmayı Cemal Süreya'dan öğrendim. Onun şiirlerine aşık oldum ve onun şiirleriyle aşkımı yaşadım. "Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu / İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük." demek istedim, tüm sevdiklerime. 

Tomris Uyar'ı sevmem de Cemal Süreya sayesinde oldu, sanırım. Hatta, kıskanıyor oluşum da. Öyle güzel bir kadın ki, güzel öyküler yazıyor, Cemal Süreya da ona şiir... Hatta, duygularını çok içten açıkladığı bir not da... O notu bilmek hoşuma gitse de, içten içe bu nottan haberdar olmamak da istiyorum. Garip duygular oluşturuyor bende. "Tomris Uyar ve Cemal Süreya dışında kimse bilmeseymiş, bilmeseymiş işte." diyesim geliyor. 


 


Nur içinde yat, Cemal Süreya.
Nur içinde yat, Tomris Uyar.
İkinizi de çok sevdim, ben. 

5 Ocak 2013 Cumartesi

Kabuk Adam

Kabuk Adam, Aslı Erdoğan'ın ilk romanıdır. Aslı Erdoğan, fizik doktorasını yarıda bırakarak yazmayı seçen bir kadın yazar olduğu için çokça ilgimi çekti. Onu okumaya ilk romanı ile başladım, yani Kabuk Adam ile.

Her ne zaman bir kitap okusam, böyle düşünmenin iyi olmaıdğını bilsem de ister istemez yazar kendini anlatmış diyorum. Kabuk Adam da, böyle bir kitap oldu benim için. Gerçi, bu kitapta oldukça açık bir şekilde kendisinden bashettiği belli Aslı Erdoğan'ın ancak yaratıcılığı ile ekleyerek genişlettiği şeyler de yok değil ama ben yazdığı her kelimenin yaşamıdna olduğuna inandım, okurken.

Okurken kendi hayatıma dair bir çok şey buldum. Diyor ki, Aslı Erdoğan, "Bizden istenen üç şey vardı : Çalışmak, çalışmak, çalışmak. Hastalanmadan, üzülmeden, bunalıma girmeden, aşık olmadan, hiç teklemeyen bir jet motoru gibi çalışmak. Haftanin yedi günü, günde on dört, deneyler başladığında on altı, saat çalışmak; bir sonraki toplantıya, yetiştirilmesi ve kesinlikle hatasız olması gereken raporlar , yerin yüz metre altında, küçük, kapalı odalarda tutulan vardiya nöbetleri, bilgisayarın başında çabucak biten geceler. " Benim de pe farkım yok aslında, Aslı Erdoğan'ın anlattıklarında, fizik labaratuvarında değil de moleküler biyoloji laboratubvarındayım. Amacım ise, kanseri erken safhada teşhis etmeye yarayacak bir şeyler geliştirmek, geliştirebilmek. Ama ben, kansere çare olayım derken kanser olacağım. Ruhum çoktan oldu bile. Özellikle, son günlerde pek bir isteksizlik ve bıkkınlıkla sonuç vermeyen şeyler üzerine çalışmak ve alternatif çözümler üretmek adına tonalrca makale okurken bunu çok iyi anlaıdm. Kütüphanede, otobandan geçen arabalara, otobüslere ve kamyonlara bakarken ben, makalelerde kayboluyorum, makalelerde kayboldukça kendimi hayal dünyasında hiç tanımadığım insanlar hakkında öyküler yazmaya çalıırken buluyorum. Mesela, twitterdan tweetlerini okuyarak az biraz tanıdığımı sandığım bir insan için mutlu ya da mutsuz aşk hikayeleri yazıyorum. ya da, onun alter egosuna dair... Sonra, yan masamda birisi ktabın kapağını çat diye kapatıyor ve sesle irkilip, bol grafikli makalelere geri dönüyorum. Ya da, hocama yazdığım haftalık raporlarıma... Aslı Erdoğan'ın yazdığı gibi bunalıma girmeden, aşık olmadan ya da çalışmamaı etkileyecek başka hiç bir şey olmadan okumaya ve düşünmeye devam etmeliyim diye düşünerek, silkinip kendime geliyorum. Biraz da olsa, verimi artıyor çalışmamın. Sonra yine, bir verim kaybı ve okulu bırakıp terk etme hayalleri... Bir de, yazarlık hayalleri...
Oldukça depresif bir havası olan Kabuk Adam, beni Yeraltından Notlar'dan sonra en çok etkileyen kitap oldu. Bir gün, tekrar okuyacağım ama o bir gün asla yüksek lisans eğitimimi tatamlamaya çalıştığım zamanlarda olmayacaktır. Hepimizin bir Kabuk Adam'ı vardır ve hepimiz birinin Kabuk Adam'ı olmuşuzdur, hayat böyle işte, bunu herkes de bilir, okuyunca da etkilenmeden geçmeyi bilemez, ya da ben bilemedim. 


3 Ocak 2013 Perşembe

Press

Press, doksanlı yıllarda Diyarbakır'da Özgür Gündem Gazetesi'nin şubesinde çalışan gazeteceleri ve onların yaşadıklarını anlatır. Film, belgesel niteliğindedir. Oldukça vurucu bir sonla biter ve sonunda gazeteye dair istatistikler akar gider simsiyah ekranda beyaz fontla. En sonunda da, dönemin başbakanı olan Süleyman Demirel'in 1992'de söylediği "Bunlar gazeteci kılığında militanlar, birbirlerini vuruyorlar... Devlet cinayet işlemez." sözleri geçiyor. Hemen ardından da sessiz sessiz filme dair, filmde emeği geçenlerin adları geçiyor.


Filmde Fırat'ın hikayesini çok sevdim. Çaycılıkla başladı, gazeteciliğe kadar geçti. İlk yaptığı habere çok sevindi, gülerek "Bakkal yangınını ben yazacağım." der, o sırada Dino Dayı ona, "Bakkalın yanmasına mı sevindin?" der. O sırada, garip bir his olur izleyicide, Fırat için sevinir. Ya da, daktilo bozulunca, "w" yapmak için verdiği öneriye, yani iki tane "v" harfine basmaya da gülüser izleyici. Bence, filmde izleyiciye neşe veren tek karakterdir, Fırat. Azmiyle, umut veren de...

Film, gazeteciliğin zor koşullarda yapıldığını, ofislerinin sürekli baskına uğradığını, gazetecilerin sürekli tehdit aldığını hatta öldürüldüğünü gösterir izleyiciye, tamamne normal hayat akışıyla. Aldıkları tehditlerden sonra, ofislerini eve çeviridler ve her yerde dantel örtüler görmeye başlarız, daktiloların üstünde dahi. Tehditler, ölümler ve baskınlar olsa bile hayata devam etmektedir, gazeteciler. 

Son sahne, ise her şeyin özetidir. Katil, "herkes adam öldürmek için bir tol bulmuş, kimi töre için, kimi Allah, kimi de Devlet için öldürür." der. Ve ekler, "Bir kere katil oldun mu artık kimse seni tutamaz." Sonra, gazeteciye silah çeker fotoğrafını çeksin diye. Gazeteci Alişan ise, bir eli cebindeki silahta, diğer eli fotoğraf makinesinde biraz duraksar ve elini silahtan çekip fotoğraf makinesine götürür. 

Filme dair okuduğuklarımdan anladığım kadarı ile, izleyiciler az müzik olduğunu söylemişler. Az müzik olması gayet yerinde olmuş. Oldukça acı, hüzünlü ve zor durumları yansıtan Press'i izleyen izleyici zaten bu sahnelerde çok etkilenir, bir de bunun üstüne müzik olursa bu izleyicinin durumunu çok da iyi etkilemez diye düşünüyorum. Filmde Ciwan Haco'dan çok kısa bir zaman diliminde "Min Nave Xwe Kola Li Bircen Diyarbekir"i dinliyoruz. Ben ilk kez duyduğum için çok sevdim bu şarkıyı ve benim için artık bu şarkı tamamen Press filmi ile özdeşleşmiş oldu. Press gibi bir filmi izleyenlerin belli bir kitle olduğunu düşünürsek, zaten bu şarkıyı biliyorlardır diye düşünüyorum. Bu açıdan, bakınca film ile belki özdeşleştirebilcekleri bir müzik olmaması onları müziklerin azlığından şikayetçi etmek için yeterli bir sebep olabilir.


Son olarak da, filmin adından bahsetmek istiyorum. Filmin adının "Press" olması da izleyiciyi düşündürüyor. Sadece, "baskı" kelimesinin İngilizcesi olarak düşünülmemelidir. Press'in diğer anlamlarını da düşününce, filme bu adın çok yakıştığını düşündüm, film bitince.