Bu Blogda Ara

28 Şubat 2013 Perşembe

Remember Me

Remember Me, iki sevgiliyi anlatıyor gibi görünse de aslında aile bağlarına dair bir film. Bir abi ve kardeşinin arasındaki güzel sevgiyi, intihar eden abiye özlem yaşayan erkek kardeşi, işkolik olduğu için ailesine az zaman ayıran ama aslında tüm gününü onlar için çalışmaya ayıran bir babayı, annesi öldüğü için babası tarafından büyütülen bir kızı, polis bir babyı ve daha bir çok şeyi anlatan bir film.

Abi ile kız kardeş arasında geçen diyaloglar ve onların olduğu sahneleri çok sevdim. Bir de sonunu, filmin. Filmin sonu, 11 Eylül saldırıları ile bitiyor. 11 Eylül'e dair izlediğim bir çok film müslümanların saldırılardan sonra yaşadığı dışlanmışlığı ve zorluğu anlatıyordu, o açıdan bu film çok farklı olduğu içinbile çok sevdim. Gerçi, Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın adlı film de öyle bir filmdi.

Ayrıca, vampir Edward'ı vampir değilken izlemek de garip gelmedi diyemem, hani derler ya oyuncula, üzerime yapıştı bu rol diye, benim için de o çocuk hep vampir Edward olacak. Neyse, filmin müzikleri de çok güzeldi, bence. 

Bir de filmde en sevdiğim cümle de şu oldu, "you know what day i'm staring at, Michael. by 22, Ghandi had 3 kids; Mozart 37 symphonies; and Buddy Holly was dead."Başka bir cümle daha vardı hoşuma giden, pek anımsamıyorum ama aklımda şöyle kalmış, "parmak izlerimiz dokunduğumuz hayatlardan kaybolmuyor."
 



Kucaklasmanin Kitabi, Eduardo Galeano











27 Şubat 2013 Çarşamba

Bugün de böyle bir gün işte

İnsanlar hani çıldırıyor, cinnet falan geçiriyor ya nasıl olduğunu anladım sanırım.

Ha bir de, üç hafta boyunca her gün ama her gün aynı cümleleri okursanız, ezberlersiniz. ezberlemekle kalmayıp çıldırırsınız da, mideniz bulanır, gözleriniz ve başınız ağrır, hayata lanet etmeye başlarsınız, düzeniniz bozulur, bu bitsin her şey düzelicek demeye başlarsınız, ertelemeleriniz başlar, az kaldı bitecek diye diye avutmalarınız da başlar, sonra iştahlı biri iseniz iştahınız artar artar o kadar artar ki kendi kendinizi yemeye başlarsınız.

aynı işi yapa yapa, aynı yazıları göre göre salaklaşmamak da elde değil hele de uyku akan gözleriniz ve kahve içmekten yanan ülserli bir mideniz varsa...

26 Şubat 2013 Salı

Kucaklaşmanın Kitabı, Eduardo Galeano




Ocak sonu ve Şubat Başı'na dair

Uzun zamandır, okuduklarımı  küçük notlar halinde kağıtlara yazıyorum. İşte o notlar.

Okuduklarım:

Yüzünde Bir Yer, Sema Kaygusuz:
  • Hayat Şeylere yüklediğin anlamlarla sınırlıdır ne de olsa.
  • huzur ile keder arasıdna gizliden gizliye bir bağ kruuluyordu şimdi. Bir tevekkülü bekleyiş içindeydiler.
  • kadim hikayelerin böyle bir etkisi vardır işte. yaşanmış ve yaşanacak olanı köklendirir.
  • hikaye anlatmak şekil çıkartmaktır zamandan. bir bakıma yolundan döndürmektir birisini, bir bakıma susturmaktır.
  • dilekte bulunmak kendini tasarlamayı bırakmaktı.
  • İncir, Zevraki
  • Sanmak... ne harikulade şey. bir şeyin olma veya olmama olasılığını aynı anda benimseyip olabileceğine daha çok inanmak ne tılsımlı düşünce.
  • gönül dediğin bir dipsiz hazne, akılla kavranmaya yeltendiğinde bitimsiz anaforuna kapılıp dengeni yitiriverdiğin karanlık bir yer.
  • avlanmak balığı yanıltmakla başlıyordu. oltadaki yeme kanmak tümüyle insan fikri olduğuna göre, oltaya vurulan balık da insanlaşmıl oluyordu ya da balıksı bir yanı vardı avlanan insanın.
  • gitmek diye bir şey yok... sadece çağrılmak var.
  • kendini kaybetmek, kendinde kaybolmaktı.
Yere Düşen Dualar, Sema Kaygusuz: 

  • her dilde dokunaklı bir geçmiş anlatılabilir.
  • basitlik ve yalınlık arasında derim bir uçurum vardır..
  •  bu dünya, yer kabuğunun gerçekliğiyle sınırlı bir hayal yeridir. kurgulamaya cezalıların cehennemi.
  • her şey olması gerektiği gibiydi belki. bütün düzenek aynı.
  • sakınımsız ağlarken, ağzında büyüyen hepimizin büyülü sözcüğüydü. "Anne!.. Anne!.."
  • tüm insanlığın acılarını yüklenme gücü görmek, yaratıcı düşüncenin aşkı özgürlüğünü gösteriyor.
  • Sinirlerim bozuk. kütüphanede çalışırken duvarlar üstüme geliyor soluk alamıyorum. sokağa çıktığımda kimseyle karşılaşmamak için arka mahallelere kaçıp eve bahçeden giriyorum. insanlar benle gözgöze gelmeye korkuyorlar zaten. her parçası içine yayılmış kırık bir şeyim. dışarıdan yekpare, içeriden tuz buz, yine yitirdim bütünlüğümü.
Eylülün Gölgesinde Bir Yer, Ferit Edgü
  • Çaresizliğe bir çare bulunur elbet.
  •  yaşamaktan yorulanları sev.
  • biz kendi dünyamızı yaratmazsak ölürüz.
  • tanrım onu bana ver ve bne her şeyimi sana vereyim, diyordu. bunu söyledikten sonra tanrı'ya verecek hiç bir şeyi olmadığını düşünp, tanrım bana yardım et diyordu. o güne değin adını anmadığı tanrı'nın kendisine yardım etmeyeeğini bilerek. Ama, o tanrı'ysa, karşılığı olmadan yardım eder, diyordu.
  • yalnızlık nedir biliyor musun oğul? bilmesin. bu yaşta hiç bilmezsin. 
Dağ Şiirleri, Kimse, Ferit Edgü 

Kimse, Ferit Edgü 

Ekmek elden süt memeden, Yusuf Atılgan 
Yusuf Atılgan'ın 2 öyküden oluşan çocuk kitabı :)

23 Şubat 2013 Cumartesi

İyi Geceler Yemeği

Geceleri yemek sipariş etmek çok güzel bir şey. Yani, yemek yemek zaten başlı başına güzel bir şey de, siparişin başka bir güzelliği var, gece siparişlerinin ise bambaşka bir güzelliği...

Şöyle ki, önce yemeği sipariş edeceğiniz yeri ararsınız, "İyi akşamlar. Sipariş alıyor musunuz?" diye sorarsınız, telefona çıkan kişi de, "Evet, buyrun?" der. Siz siparişinizi verirsiniz ve telefondaki çalışan size, "İyi geceler." der.

Sonra, bir 15-30 dakika şeklinde bekleme süreniz olur. Tekrar telefonunuz çalar, "Siparişinizi getirdim." der. Siz de, almaya inersiniz. Siparişinizi alırsınız ve ödemenizi yapıp, teşekkür edersiniz. Siparişi getiren de, "İyi geceler" der, siz ısrarla "İyi akşamlar" deseniz bile...

İşte, gece yemek siparişinin en güzel yanı size "İyi geceler" diyen birilerinin olmasıdır.

Yalnız insanlar neden şişman diye düşündünüz mü hiç?

Ben çok düşündüm. Ve anladım ki, birilerinin kendilerine "İyi geceler" demesini istedikleri için.

PS. burayı okuyanlar var, biliyorum. Eğer, okuyorsanız bana "iyi geceler" mesajı, maili, tweeti falan atarsanız sevinirim. Telefonla ararsanız çok sevinirim. ii gclr. öptm. byes.

Abstract vs. Summary

aslında tüm okuduklarımı izlediklerimi yazmak için açtım burayı ama yoğunluk falan derken arada kaynıyor.

mesela bu hafta çok yoğundum ve aslında cumartesi de yoğundum ve yarın da olacağım ama haftaiçine kıyasla daha bir rahatım.

iş güç sebebiyle kursu da ektim ama film izlemek ve kitap okumaktan geri kalmadım. yemek yerken falan ara ara izlerken bakıyorum film bitiveriyor. :)

bu hafta izlediklerim :
1.The Dreamers
eski filmlere olan göndermelerini çok sevdim. ve, onun etkisiyle sıradaki filmi izledim.

2. Persona
alter egoya dair her türlü filmi çok severim zaten ben. acaba ebnim de alter egom var mı falan diye düşünmeden de edemedim. neyse.

3. Bir Endülüs Köpeği
16 dakikalık, Dali ve Bunuel'in rüya gibi kısa filmi.

4. The Perks of Being a Wallflower 
adını çok sevdim. kitaptan uyarlama imiş, en kısa zamanda kitabını da okuyacağım. 
lise gençlik filmi gibi dursa da, bir çok şey yaşamış bir gencin prikolojisini anlatıyor. filmin müzikleri de çok güzel.
en güzeli de şu :
filmdeki en sevdiğim diyalog da şu :

-mr. anderson, can i ask you something ?
+yeah.
-why do nice people choose the wrong people to date ?
+are we talking about anyone specific ?
-hmmppfss, hı hı.
+we accept the love we think we deserve.
-can we make them know that they deserve more ?
+we can try.

filmde bir çok kitaptan bahsediliyor.
In no particular order: "To kill a moking bird" by Harper Lee, "The Catcher in the Rye " by J.D. Salinger , "The Great Gatsby" by F. Scott Fitzgerald, "Walden; or, Life in the Woods: Bold-faced Ideas for Living a Truly Transcendent Life" by Henry David Thoreau, "The Fountainhead" by Ayn Rand, "This Side of Paradise" by F. Scott Fitzgerald, "A Separate Peace" by John Knowles, "Peter Pan" by J.M. Barrie, "Hamlet" by William Shakespeare, "On the Road" by Jack Kerouac, "Naked Lunch" by William S. Burroughs, The Mayor of Castro Street: The Life and Times of Harvey Milk" by Randy Shilts, "100 Selected Poems" by E.E. Cummings, "L'Etranger" by Albert Camus."

5. You've got Mail
Bu filmi de yıllar önce Erdemir Sineması'nda izlemek çok istememe rağmen bir türlü gidememiştim. Sonra da, hiç izlemek istemedim. Dün akşam azcık sevimli bir şey izlemek adına oturup izleidm. Şirin, sevimli bir çocuk kitapçısı görünce, mühendisliği bırakıp öyle bir yer açmak istemedim değil.
Bu filmin şarkıları da çok sevimliydi. izlediğim tüm filmlerin müziklerinden bir "çekme kaset" yapmak çok istiyorum :)

Bol kitaplı, bol müzikli sevimli filmleri izlemek pek güzel oluyor yoğun olsa da insan. hele de yanında kakaolu süt varsa. :))
 
bu hafta hiç kitap bitirmedim ama elimde okuduğum kitaplar avr. aynı and bir çok kitap okumak gibi garip bir huyum var ve bundan bir türlü vazgeçemiyorum.
Şu an ne okuyorsun deseler, üç kitap adı verirdim.

1. Düğümlere Üfleyen KAdınlar, Ece Temelkuran
2. Siyasal Yazılar, Yılmaz Güney
3. Oranges are not the only fruit, Jeanette Winterson

19 Şubat 2013 Salı

Il Conformista

Il Conformista, Alberto Moravia'nın aynı isimle yayımlanmış olan kitabından uyarlanmış bir Bertolucci filmdir. Film, Mussolini'nin başta olduğu faşist hükümetin iktidarda olduğu dönemde, faşist gizli polis teşkilatı ile çalışan Marcello'nun geriye dönüşler ile anşlatılan yaşam hikayesidir. Film genel olarak ele alınınca Marcello'nun psikolojik analizidir, aslında. 
Çocukluğunda uğradığı cinsel taciz esnasında, tacizcisini vurduğunu düşünerek bunun yükünü yaşıyan çocukluk ile başlayan ve Paris'de sürgün olan antifaşist hocası ve eşinin ölümüne kadar geçen sürede, Marcello'nun yaşadığı travmalarının politik tercihlerini nasıl etkilediğinin üzerinde durur, film. Gizli bir eşcincel olan ve faşizme sempati duyan Marcello'nun annesi, babası, çocukluğu ve yaşadıkları göz önünde bulundurularak konformist oluşunun ana sebeplerinin altı çizilmiştir. 

Filmin en sevdiğim sahnesi, Marcello'nun kilisede günah çıkardığı kısımdır. Marcello, eşcinsel ilişkisinden ve katil olduğundan bahseder. Ancak, rahip katil olmasından daha çok eşcinsel ilişkisine takılır ve hatta der ki, "yaşadığın tüm ilişkiler zaten evlilik öncesi olduğu için günahtır." Eşcinsel olmanın, katil olmaktan bile daha kötü sayıldığı bir dönemde, Marcello'nun düzen adamı olmasının psikolojik sebepleri vurgulanmaktadır.
Bir diğer sevdiğim sahne ise, Paris'de Marcello'nun çiçek aldığı çiçekci kızların Marcello'nun arından yürüken Enternasyonel Marşı'nı söyledikleri idi. Dans sahnesini de sevdiğimi söylemeliyim ama bu iki sahne kadar beni etkilemedi. Dans sahnesinin en önemli özelliklerinden biri, toplumu anlatan bir metafor olmasıymış. İki kadının dansından sonra, herkes elele tutuşup dansa katılır ve bir sahnede görürüz ki, Marcello ortada kalmış ve şaşkın şakın ne yapacağını bilemeden bakmaktadır. Belki de, tüm filmi bir sahnede özetleyin deseler bu sahne buna cevap olarak gösterilebilir.

Arkadaş

bazı arkadaşlarınız vardır, hemen hemen her gününüz beraber geçmesine rağmen sizi pek tanımazlar. bazı arkadaşlarınız da vardır, sizi görmezler bile ama çok iyi tanırlar. benim de, öyle bir arkaşım var. cumartesi günleri italyanca kursuna gittiğimi biliyor ve kurstan sonra da, kitapçıları ve sahafları gezdiğimi de. ve, her defasında illa bir kitap aldığımı da... dün bana, "bu haftasonu hangi kitabı aldın?" diye sorduğu zaman, bunu anladım. "kitap aldın mı?" diye sorsa, bu kadar ilgimi çekmezdi sanırım ama direkt, "hangi kitabı aldın?" diye sorunca, bir kitap aldığıma emin olduğunu ve beni o kadar tanıdığına kanaat getirdim. ayrıca, daha ben dinlemeden hangi şarkıları sevebileceğimi de tahmin edebiliyor, bu da beni tanıdığının bir göstergesi olsa gerek. böyle bir arkadaşım olduğu için mutluyum, iyi ki var. :)

14 Şubat 2013 Perşembe

Ne Kitapsız Ne Kedisiz

Ne Kitapsız, Ne Kedisiz, Bilge Karasu'nun kitapları, kedileri ve daha bir çok şeyi anlatan denemelerinden oluşan bir kitaptır. 

Geçen Cumartesi, Bilge Karasu'nun kitaplarını aldım, sahaftan. Elimde sürekli okuma listesi diye taşığım kağıtlarla gitmem sahaf amcanın dikkatini çekmiş olmalı ki, yazık sana bak her hafta elinde kağıtlarla buraya geliyorsun, al bak sana mailimi vereyim sen at bana listeni, liste kağıdın da yıpranmasın sen de yıpranma dedi. Bu hafta Bilge Karasu aradığımı söyleyince, istediğim kitabın olmadığını ama tam bana göre adı olan bir kitabın olduğunu söyledi, "Ne Kitapsız, Ne kedisiz" Kitapsız kısmı uysa da, kedilere karşı aşırı bir sempatim yok. Aslında oldukça korkardım ama kampüste, yurtlarda gezinen kedilere az da olsa alıştığımı söyleyebilirim. Hatta, tiksinmeden sevebildiğimi de... Bunu söylemek istedim sahaf amacaya ama demedim tabi. Kitap seven, kedi de sever sanıyor sanırım. Ama böyle bir genelleme var sanırım, bol bol kitapları olan insanların kedileri de oluyor. Belki de, yalnızlar okumayı seviyor ve yalnız oldukları için de kedileri vardır. Kimbilir...


Kitapta en çok hoşuma giden şey ise, Bilge Karasu'nun "usuma gelen" tabiri, çok hoşuma gitti, biz "aklıma gelen" diyoruz ama Bilge Karasu, "usuma gelen" diyor. Bir başka hoşuma giden şey ise, ilk gününde tükenmez kalemlerle çok oynadığı için adı Bic olan kedi oldu. Benim, en sevdiğim tükenmez kalem markası Bic'in kedi adı olabileceği beni oldukça eğlendirdi. 



Bir kaç tane de altını çizdiğim satırlardan yazayım.

"Sevgi ise, ısmarlama olmaz; yaşayarak öğretilecek/öğrenilecek bir şeydir sevgi."
"'Kötülüğe karşı bir şeyler yapmağa çoğumuz istekliyizdir. Yersiz 'iyilikler' daha mı az kötü?"
"Her türün de, her bireyin de, 'sevgi'sini göstermesi bir olmayacaktır."
"Yaşamımızın 'müze'sini, genellikle, 'inanç'larımızı ayrı raflara, dostluklarımızı ayrı raflara yerleştirerek kurmağa çalışır gibiyizdir. Oysa, daha baştan, hepsini bir güzel karıştırırz birbirine..."
"Zaman geçtikçe değişiyoruz; her şeyden önce, önem verdiklerimiz değişiyor. İstediklerimiz, aradıklarımız değişiyor."
"İnsanların başkalarına ne denli kapalı olabileceklerinin farkına varmıyoruz."

Reçine Kokuyordu Helin : "Çı ma hvê dınyayê cı jimera tenge! Ka insaneti?"

Reçine Kokuyordu Helin, Suzan Samancı'nın on beş kısa öyküsünden oluşan bir kitap. Her öykünün kendine has bir kokusu var, kitabın adından da anlaşılacağı gibi. Saçları reçine kokan Helin, böğürtlen kokulu bahçeler, Berçem'e göre bostan kokulu olan kavun kokulu sakız ama en çok da yoğunlaşan sis, barut ve yanık kokusu olan öyküler...

Güneydoğu insanını anlatan kitap, gerçekçi bir anlatımla yöre insanını ve yaşadıklarını gözler önüner seriyor. Öykülerin birindeki Jiyan'ın amcasına "Çı ma hvê dınyayê cı jimera tenge! Ka insaneti?" diye sorar. Cevabı yoktur bu sorunun, öyküde bu soruyu duyanlar sessizce ağlarlar, çünkü. Dipnottaki çeviri de ise yazan şu cümledir, "Neden bu dünyada yerimiz dar, hani insanlık."

Bir başka öykü de ise demirci ustası, "Yüreğimizdeki sevgi kardeşlik kokusu yok olmasın, sarsın yediveren gülleri gibi her yanı..." diyor.  

Çok bilinen bir kitap olduğunu sanmıyorum ama yine de bulmak zor değildir. Demem o ki;  okuyunuz, okutunuz, düşününüz ve hissediniz.

Ziyan

Ziyan, Hakan Günday'ın askerde olan Asil'i anlattığı romanıdır. Hakan Günday'ın sadece Piç adlı kitabını okumuş olan ben, buna başlayınca Piç askerde tadında bir kitap beklerken hafiften tarih kitabı gibi içinde karlar üstünde dinlenen Atatürk Resmini görünce dedim herhalde bu sefer başka bir tarzda yazmış kitabını Hakan Günday, ama öyle değildi bu da sorunlu, dengesiz bir adamı anlatıyordu ve askerliğe dair bir çok tesbitler ile. Gerçi, kitabı Kasım'da okumaya başlayıp sonra bir ara elimden atıp ancak geçen hafta bitirebildiğimi de söylemem lazım. Ya sürükleyici değildi ya beni açmadı ya da o sırada askerliğe dair şeyler okumak istemedim, bilemedim bunu. Gerçi, her yerde bu kitaptan olduğu yazan, "Ben aşıktım, o kumraldı." şeklindeki cümleye tav olup okumak istedim ancak, okurken o kısmı ya görmedim ya da atladım dolayısıyla tekrar okumak isteyebilirim.

 -12. bölümde, "Asil'in hayatı Azil'de anlatılana kadar sır kaldı." yazmış, Hakan Günday. Demek ki, Ziyan'dan sonra Azil'i okumak iyi olabilir. Ayrıca, kitabın en sevdiğim yanı ise 10'dan başlayıp -23'e kadar giden bölümlere sahip olması. Şu an, en çok merak ettiğim Azil sadece 9 bölümden mi oluşuyor acaba yoksa eksiden başlayıp 9 da mı bitiyor. Kitapçıya gidersem, almasam bile Azil'i buna bakacağım.

Tüm bunlara ek olarak, Ziyan sayesinde Ziya Hurşit'e dair bir şeyler öğrenme merakı da başladı bende.

Şimdi de kitaptan bir kaç alıntı yazacağım.

Sayfa 49'dan.
"Eğer bir pezevenk ya da politikacı değilse, bir erkeğin en çok konuştuğu dönem, zorunlu askerlik hizmetini yerine getirdiği günlere rastlar."

Sayfa 50'den.
"İnsanların kaçta kaçı yeni bir kalemi denemek için önce adlarını yazıyor, bilmiyordum ama ben bir tek onu yazmıyordum."

Bence, kitaptaki en güzel tesbitlerden biri Kürtçe-Türkçe sözlük'e dair olanı idi.

Gizli Yüz

Gizli Yüz, Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ından bir kısmın alınıp filme uyarlanmış halidir. Film, hayalle gerçek arasındadır, tıpkı Kara Kitap gibi hatta rüya da eklenebilir hayal ve gerçeğe. Kara Kitap'ı okumuş biri olarak filmi izlerken bazı yerlerde boşluklar olduğunu hissettim, acaba okumadan izleyen biri nasıl izlemiştir filmi diye oldukça merak ettim. Gerçi, çok bilindik olduğunu ve çokça izlediğini de zannetmiyorum ya neyse.

Filmde beni en çok etkileyen saatçiler oldu ve saatlerini alıp dertlerini anlatan insanlar. Ve, onlara "yüreğine yakın tut ki onu, yüzün konuşsun." demesi oldu saatçinin. Tabi tüm bunları izlerken, Saatleri Ayarlama Enstitüsünü de anımsamadan edemedim. Hani Orhan Pamuk'un yeni hayat kitabı, "Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti." cümlesi ile başlıyor ya, işte Orhan Pamuk'un da hayatını değiştiren kitap bir çok yazarınki gibi Saatleri Ayarlama Enstitüsü olmasın diye düşündüm durdum filmi izlerken. 

İzleyenlerin yorumlarından okuduğum kadarı ile, bu filmin Kara Kitap'dan değil de Yeni Hayat'tan uyarlama olduğunu yazanlar olmuş, bu sebeble en kısa zmanada Yeni Hayat'ı okuma kararı aldım. Demeden geçemeyeceğim, bu flmi izledikten sonra kendime bir de çalar saat aldım. Sabahları uyanamama sorunum içn aldım ama filmin etkisi de yok değil. Gerçi, tiktakları yüzünden rahatsız olduğum için pilini çıkardım ve öylece duruyor.En kısa zamanda, pilini yeniden takıp o seslere alışmaya çalışacağım, hem belki yüreğime yakın da tutmaya çalışırım ki, yüzüm konuşur. Olmaz mı, olabilir belki.

10 Şubat 2013 Pazar

Can

Son sahnelerinde ağlamaktan helak olduğum Can filmi sayesinde Rıhtım'da bankta oturan küçük sırt çantalı Can'ı aramaya kalkışabilirim. Bu kadar, başka da bir şey diyemiyorum ya da demek istemiyorum. Çocuk olmak mı zor, anne olmak mı zor ya ha her ikisi de mi? Ya da, hayat hepten herkese mi zor?

7 Şubat 2013 Perşembe

Cahil Periler

Cahil Periler, en sevdiğim Ferzan Özpetek filmi olduğu için sıkılmadan tekrar tekrar izleyebiliyorum. Ve, az önce yeniden izledim. Nazım Hikmet şiirleri, toplu yemek yedikleri masa, teras, tablonun arkasındaki not ve kırılmayan bardak, hepsi ama hepsi o kadar hoşlar ki, izlemeye doyamıyorum. Ve, her izleyişimde bambaşka bir detayı fark ediyorum. Mesela, bu sefer gördüm ki, ilk başta Antonia'nın annesinin elinde gördüğümüz, sonra da Antonia'nın elinde gördüğümüz Betty Booplu kupanın tam aynısı olmasa da bir benzeri bende de var. Ama, daha da önemlisi Antonia gibi bir kadının Betty Booplu kupa kullanması ince ve güzel bir detay değil mi?

"massimo'ya...
birlikte geçirdiğimiz yedi yıl için...
eksikliğini duyduğum ve asla bana ait olmayacak yanın için...
"mümkün değil" dediğin her sefer için...
ama aynı zamanda "yine geleceğim" dediğin her sefer için...
sürekli bekliyorum.
sabrımın adına "aşk" diyebilir miyim?
senin cahil perin..."

Bu notu duyunca içi parçalanır insanın, filmin ortasında kırılan bardak gibi bir şeyler kırılır içinde ve her hareket edişinde batar sanki bir yerlere. son sahne de ise, kırılmayan bardağı görünce bir hüzünlü sevinç gelir insana ve öylece hüzün-sevinç karışımı garip bir tat bırakarak bitiverir film, dilimizde de bir şarkı kalır, ta ki bir daha izleyene kadar ya da yeniden sabırla birini bekleyip adına aşk diyene kadar. 

4 Şubat 2013 Pazartesi

Amour - "Consider the pigeon just a pigeon" (Haneke)

Amour filmini an itibari ile izledim. izlediğim ikinci Haneke filmi olduğu ve isimlerin ilk izlediğim film ile aynı olması oldukça dikkatimi çekti. Sanki, Yedinci Kıta'daki aile ölmeseydi sonları bu olurdu gibi geldi.

Film, hakkında o kadar çok yorum avr ki hepsini okuyamadım bile sembollerden bahseden mi dersiniz, filmin adının aşk ama içinde aşkın kırıntısı olmamasını diyen mi dersiniz, hatta şaka mı gerçek mi bilemediğim bir yorum okudum aynen şöyle, "Başta anne diyordu kadına ya ben karııs olduğunu sonra anladım. Başka da bir şey anlamadım filmden." Neyse, film yorumları ya da kitap yorumları ya da herhangi başka şeyin yorumu için insanların eğitimi, yaşam koşulları, okudukları, izledikleri ve düşündükleri oldukça önemlidir. O yüzden, herkes farklı anlayabilir. Zaten, bu tarz filmleri güzel kılan da budur, herkese hitap etmesi yani. Mesela, filmi babannemle izleseydim eğer derdi ki, "Allah elden ayaktan düşürmesin. Allah, kadınları kocaların eline bırakmasın.. Kadın kocaya bakar da, koca karısına bakamaz." 

Filmdeki sembolelrden falan bahsetmeyeceğim zira Haneke bile demiş ki, "Consider the pigeon just a pigeon." Ama, şunu diyeceğim, bu bir aşk fimi hem de baştan sona. Aşkın binbir türlüsü vardır ya, işte bu da başka bir türü. Georges karısını öldüremese idi, zaten karısı kendini öldürecekti. Hatta, Georges cenazeden döndüğünde yerde oturan Anne'i görünce Anne ona, "Neden erken döndün?" diye sormuştu. O an, cesaret edebilseydi, belki de canına kıyacaktı. Kolay değil, öyle yaşamak hele ki, Anne gibi her daim zarif ve kendi ayakları üstünde durmuş bir kadın için. George'un attığı tokat kısmında ise Anne için üzülsem de, bir yandan George'un halini de anlamaya çalıştım. Onun yerinde olmak da kolay değil. Sevdiği kadın yatakta, belki her zaman ona bakan kadına şu an o bakmak zorunda hem de bir bebek gibi ve her şeyden önemlisi o da yaşlı bir adam.

Filmi izlerken aklıma Andre Gorz ve eşi Dorine gelemdi değil bir de hastalığından dolayı kendisine kızının baktığı ve bir zaan sonra intihar eden bir tanıdığımız. Bazı insanlar için, başkaları tarafıdnan bakılmak kolay değildir ve belki de acılara dayanmak, işte bundandır ki hayatlarına son vermek isterler. Kimileri de bu cesarete sahip değillerdir, sonuna kadar beklemek zorunda kalırlar. Anne de onlardan biriydi, aslında, cesaret edemeyenlerden ya da fırsat bulamayanlardan. Ama, kendini öldürmek isteyebileceğini bir kaç yerde ima etmişti yani düşünmüş, geçmiş aklından. Kocası da, bunu yapmasına yardım etti, önce sakinleştirdi onu ellerini severek ona çocukluğunu anlatarak. Ve, acılarını dindirdi. 

Filmde gözüme takılan başka bir nokta ise, pek fazla temas olmaması idi. Ama, en başta da dediğim gibi aşkın binbir türlüsünden bu da başka biri. Hatta, öyle bir aşk ki, kızlarını bile dahil etmedikleri ya da edemedikleri ya da kızlarının dahil olmadığı bir hayatlarını oluşturmalarına sebep olmuş. Kızları babasına diyor bir yerde, "Küçükken sizin sevişmenizi dinlerdim, bu bana huzur verirdi, annemle babam birbirine aşık diye mutlu olurdum." Bir çocuk için oldukça önemlidir, annesinin babasına, babasının da annesine aşık olduğunu bilmek. Eva, bu konuda şanslı çocuklardan biri ancak, anneve babasından uzaklaşmış hem de çokça, bunun bir çok nedeni olabilir ama ben ne olduğunun ayrımına pek de varamadım. Ama, anladığım şu ki, onun da bir hayatı var ve kendi hayatının sorunları ile boğuşmaktan anne ve babasına yeterli ilgiyi gösteremiyor. Sanırım, kocası bir ara onu terk bile ediyor. Eva, zaten problemli bile sayılabilecek bir kadın, hatta onun hikayesi apayrı bir film dahi olabilir.

Son olarak da okuduğum yorumların çoğunda zengin bir ailenin sorunları gibi şeylerden bahsedilmiş. Evde piyano vardı diye ben o aileye zengin demem. Adam da, her işini para ile hallediyor diye de demem. Sanırım, kadın müzik hocası zaten, piyano o yüzden bir gereklilik. Parayla iş halletmeye gelince, zaten çalışan insanlar illa maaşları vardır demi. Hem bi kere o aile zengin olsa, Evian marka sudan içmez. 0.75 L lik şişelerden bir koli alıyorlar, kolide 6 tane var. Hani, bir çok detaya takılan yönetmen herhalde zenginlik belirtisi olarak cam şişede daha kaliteli sular aldırabilirdi, karı kocaya değil mi? Şu an iç sesim, " Consider Evian just Evian." diyor.

3 Şubat 2013 Pazar

Gölgesizler

Gölgesizler, Hasan Ali Toptaş'ın aynı adlı romanından Ümit Ünal'ın sinemaya uyarladığı bir filmdir. Keşke, önce romanını okusaydım da sonra filmini izleseydim dedim ama ne roandan ne de filmden haberdardım ta ki, raflardan rastgele seçip bu gece hatta az evvel izleyip bitirene kadar.

Film, büyülü gerçekçilik ile yazılmış romanları andırıyor ve bence her izleyenin farklı anlamlandıracağı da bir film. En azından, filme dair okuduğum yorumlardan anladığım bu oldu. Bence, film bir yazarın romanının taslağını oluştururken neler düşündüğünü yansıtıyor, bir nevi yazarın beyninin içindeymişiz gibi. Yazarla beraber köye gidiyoruz, karakterlerin gözlerinden bakıyoruz. Yazar da, kimi zaman başka karakter oluyor kimi zaman başka. Hatta, bir sahnede, kitabın yazarı Hasan Ali Toptaş görülüyor ki, benim dediğimi daha da bir vurguluyor. 



Film bir çok metaforu da içeriyor. Güvercin, Cennetin oğlu, Ayı, imam, muhtar ve diğerleri, hepsi başka bir şeyin sembolü aslında. Dolayısıyla, üzerine düşünülmesi gereken bir film. Şu an, en çok merak ettiğim film ile kitap arasındaki farklılıklar ve kitabı okusaydım film hakkında ne düşüneceğimdi.

Filmin sonunda, Güvercin'in kendi kendine doğurması ve bebeğinin bir yaratık olması da oldukça gerdi, beni. Burda, ensest ilişki olduğuna dair inancım da olmadı değil. Amcası var Güvercin'in ve Cennet'in oğlunu öldürmek için saldırışa geçiyor. Kıza bağırıyor, "Kim yaptı , söyle." diye. Öte yandan, muhtarın da bir oğlu var, sanki Güvercin'in doğurduğu çocuğa benzeyen. Bunu düşününce, acaba muhtar mı, sorusu da aklıma gelmiyor değil. Başka bir şey de, tüm köylünün aslında aynı babanın çocukları olması, yani aslıdna tüm köylü kardeş, dolayısıyla tüm ilişkiler ensest sayılıyor. Ve, aslında bunların net bir cevabı yok. Zaten, yazar da bu konuda net değil, o da hikayesini kurgulama aşamasında ve biz de izleyici olarak onun aklından geçenleri izliyoruz. 

Cennet'in oğlu ise en sevdiğim karakter. Delirdiği zaman, "Kar neden yağar, kar?é diye bağırıyor. Köylülerin, hiçbiri cevap veremiyor. Zaten, orda ötekileştiriliyor, Cennet'in oğlu. Güvercin'i de bulup getirmesine rağmen yarımakıllı olması ile itam edilip hırpalanıyor. Cennet'in oğlu'nu köylülerden ayıran bir diğer özelliği ise adının olmaması, tüm film boyunca Cennet'in oğlu olarak izleriz, onu.

Filme dair sevdiğim bir başka şey ise müzikleri oldu. Hatta, uzun zamanönce severek dinlediğim Candan Erçetin şarkısının bu filmin müziği olduğunu da öğrenmiş de oldum.


Kendime Not: en kısa zamanda Gölgesizler'i oku.

Yasmin

Yasmin, İngiltere'de yaşayan Pakistanlı bir kadının 11 Eylül'den az evvel ve hemen sonrasında yaşadıklarını anlatan bir filmdir. Filmde Yasmin'i işe giderken evden türbanla çıktığını ama yolda kenarda köşede durup kıyafetini değiştirip işe başı açık, kotu ve tshirtü ile gittiğini izleriz.yasmin'in Doğu ve Batı kültürü arasında nasıl sıkıştığını izleyerek başlarız filme. Sonrasında, buna bir de 11 Eylül saldırılarından sonra iş arkadaşlarının Yasmin'e olan tavırlarını izleriz. Hatta, sokakt başörtülü bir kadına çocukların yumurta attıklarını izleriz. Yaşlı bir İngiliz hanfendisi ise bu olanalrdan ötürü özür diler. 

Filmi, konusu itibari ile sevdim. Müzikleri de öyle, ama nedense daha çarpıcı bir sonla bitmesini isterdim. Sanki, tamamen mesaj kaygısıyla yapılmış bir film gibi geldi, bana. Gerçi, mesaj bile veriyor olsa insanlardaki önyargıyı yok ettiğine ya da edebileceğine inanamıyorum. Müslümansanız ve kadınsanız eğer, yurtdışında insanların size soracağı değişik sorulara her zaman hazırlıklı olmalısınız. Zaten, dünyanın bir çok yerinde kadın olmanın zorluğu yetmiyormuş gibi bir de dininiz yüzünden  zorluklar yaşamak hiç de dayanlılır gibi bir şey olmaıdğı gibi bu durumun değişeceğe de benzemediğini üzülerek söylemek zorundayım. Müslüman ve kadın olarak çok iyi koşullarda olduğum için de şükretmeden geçemeyeceğim.

Bir yerde okumuştum, emin değilim ama sanırım Şafak Pavey'nin Nereye Gidersem Gökyüzü Benimdir adlı kitabında İran'da bir kadının "Kulaklarımdaki küpelerin sallanmasını özledim.Kulaklarımdaki küpeler sallanıyorsa eğer özgürümdür." gibi bir şey söylüyor. Ne zaman, müslümanlığa dair ya da başörtülü bir kadın görsem aklıma rüzgarda salalnan küpeler geliyor. İşte bu yüzden, bu filmin yönetmeni ben olsaydım, Yasmin'e her gün işe giderken kıyafetlerini değiştirdikten hemen sonra, arabasının dikiz aynasına baktırarak sallantılı, uzun küpeler taktırırdım, ona. Hem de annesinden kalma bir küpe... Ve, filmin sonunda elinde o küpeler olurdu ya da tutuklanma sahnesinden sonra dapılmış evde yere düşmüş bir şekilde gösterirdim. Eğer, yönetmen olsaydım...

inkamin yapyoz, biz

Yurtdışı turları hakkında bilgi almak için, dün neredeyse tüm tur acentelerini dolandım durdum. Taksim'in her yeri kazık göçük olduğundan pis pis tozları yuta yuta dolandım, ha bir de yolumu zor buldum falan bunalrın hepsini geçtim zira hepsi benle alakalı sorunlar. Neyse, işte adını vermeyeyim ama baya ünlü bir tur acentesine girdim dedim ki, "iyi günler ben yurtdışı turları hakkında bilgi alacaktım." Masadaki adam bana, "biz inkamin yapyoz, gidiş yok bizde." dedi. Bir an iç sesim, "eyvah.", dedi. Ekledi, "incomingle bu abi ilgileniyorsa iyi ki, outgoing yokmuş. olsaydı kesin 'outgoing yapyoz, tur yapyoz, her bişeyi ayarlıyoz.', derdi."

niye bunu yazdım onu da bilmiyorum, ama nedense unutmak istemedim. bu da böyle bir anım işte.

Yıldız Yaralanması

Yıldız Yaralanması, okuduğum üçüncü Perihan Mağden romanı. İlk olarak İki Genç Kızın Romanı ile okuduğum Perihan Mağden'i geçen hafta Biz Kimden Kaçıyorduk Anne ile okumaya devam ettim. Kütüphanenin raflarında yen kitabını görünce onu da hemen okuyayım istedim, zaten hemen de okudum, bir buçuk gün kadar kısa bir süre sanırım.

Yıldız Yaralanması da, okuduğum diğer iki kitap gibi anne-kız, anneanne-kız arasındaki garip ilişkilerdan bahsediyor. Bazı yerlerde diğer kitaplara çok benzer konular olması da oldukça göze çarpıyor. Emin olmamakla beraber, Perihan Mağden'in hastalıklı anne-kız ilişkileri hakkında yazdığını düşünüyorum. diğer kitaplarını da okuyunca bu konuda netleşirim umarım.

Yıldız Yaralanması'nda en çok hoşuma giden isimler oldu. Yıldız, Yıldız'ın gerçek adı Suna, Yıldız'a hayran olan ergen kız Sun, Sun'un annesi Güneş, Güneş'in anneannesi Sitare, Yıldız'ın annesi Belkıs, Belkıs'ın en yakın arkadaşı ve Yıldız'ın akıl hocası Hikmet Hanım. Sun'un adının hikayesi de oldukça güzel. Annesine göre hayatının sunduğu en güzel şey olduğu için Sun, anneannesine göre Güneş de tutturulmamış güneş gibi parlama bari torununda olsun diye Güneş'in ingilizcesi olan Sun imiş.


Tüm kitap, Sun'un anlatımı ve iç sesi şeklinde gittiği için anlatımı oldukça basit ve akıcı. Diğer kitaplarda da gördüüm gibi kelime öbekleri var, yine. Mesela, 'Yıldız kokusu', 'Yıldız yatağı', 'havuz perisi', 'Belkıs Harabeleri', 'Hayatsız Amip' ve bunlara benzeyen kelime öbekleri. Okuduğum tüm Perihan Mağden kitaplarının en sevdiğim yanı bu kelime öbekleri olsa gerek. Bir de, anlatımın sadeliği ve akıcılığı.

Kitaptan sevdiğim cümleler:

"her şeyi bozacaksan, mahvedeceksen her şeyi, niye başından veriyorsun ki? niye peki, niye?"

"İçini cam kırıkları basmış sanki, hareket ettikçe batıyor."

"Şairin dediği gibi, sabah kahvaltısının mutlaka mutlulukla alakası olmalı."

"Birinin başlattığı yangını başka biri söndüremiyor."