Bu Blogda Ara

23 Aralık 2012 Pazar

La Strada

La Strada, Gelsomina ve Zampano'nun yollardaki hikayesidir. Siyah beyaz filmin konusu aslıdna oldukça basittir. Göğsünde demir kıran Zampano, trompet çalan Gelsomina beraberce yollarda gezerler, gezici sirke katılırlar. Sonunda Zampano, Gelsomina'yı terk eder. Gelsomina'dan geriye aklında bir ezgi kalır, ve o ezgiyi duyduğu an onu hatırlar ama geç kalmıştır, çünkü Gelsomina ölmüştür. 
Siyah beyaz olmasından dolayı mıdır, bilemedim ama bana çocukken zilediğim Türk filmlerini anımsattı. Sirkler, trompetler, göztei yapan insanlar, yüzünü palyaço şeklinde boyamış insanlar görmeme rağmen salya sümük ağlatmıştır, beni.

Filmdeki karakterler oldukça ilginçtir. Zampano, gögsüyle zinciri kıran, güçlü iri yarı bir adam olmasına rağmen alsıdna çok güçsüzdür. Duygularını belli edemez. Gelsomina'ya sert davrandığı her an, izleyici olrak adamı tokatlamak istersiniz. 

Gelsomina'ya gelince sevmek ve acımak arasında gidip gelirsiniz izlerken. Masumdur, saftır, sevecendir, sevimlidir. Kocaman kocamna gözleriyle bakarak gülümsetir sizi. Matto ona, "Sen ne kadar iyisin. enginar suratınla..." der, ve o yine de gülümser. Üzülüp, kırılınca ağladığı zaman, "Ben bu dünyaya niye geldim ki?" der, o sırada küçük bir çocuğu avutmak istercesine sarılası gelir, zileyenin Gelsomina'ya. Sonra, Matto ona "Acaba neden tutuyor snei? Belki de, seviyordur." dediği an, yüzünün ışıldaması ise görülmeye değerdir. O an, izleyicide de kocaman bir gülümseme olur. 

Matto'yu da çok sevdim, Gelsomina kadar olmasa da. Matto der ki, "Bu dünyada hiçbir şey tesadüf değildir. Bu taş neden burda, bilmiyorum. Ama tek bildiğim, bunun bir nedeni var. Yoksa hiçbir anlamı olmazdı." Bunları söylerken yerden aldığı taşı Gelsomina'ya verir. Gelsomina, taşı alır tutar ve bakar. Sanırım, saklar o taşı. O taş sayesinde umudu artmıştır, Zampano'nun da kendisini seviyor olabileceğine dair. Manastırda kaldıkları gece aralarından şöyle bir diyalog geçer.
"-Zampano, ölürsem üzülür müsün?
-Neden ölmek mi istiyorsun?
-Bir kez ölmek istedim. Onunla kalmaktansa, ölmek daha iyidir diye düşünmüştüm. Şimdi ise, seninle evlenmeye hazırım. Sürekli beraber oluyoruz. Bir taş bile hiç yoktan iyidir." 
Gelsomina, taşın etkisidna kalmıştır ve taştan güç alarak, Zampano'ya sorar, "Beni seviyor musun?" Zampano ise, "Uyu!" şeklinde cevap verir, ona. 

Gelsomina, Zampano'yu terk etmez, edemez. "Ben kalmazsam, kim kalır ki onla?" ve "Benim evim, senin yanındır." der. Gelsomina, Zampano'ya büyük bir sevgi ve sadakat ile bağlanmıştır. Zampano da ona bağlanmıştır, aslında ancak bunu filmin son sahnesinde görüyoruz, ve bu durum içimizde bir burukluğa yol açıyor.

Aslında, film hakkında yazmak istediğim o kadar çok şey var ki, ama bir türlü toparlayamadım. Hüzünlendim, ağladım, gülümsedim. Film, hayatı anlatıyor aslında ve hayattan bir çok şeyi. Saf, masum, iyi kalpli insanların kendilerine ne kadar kötü davranılsa da sevmeye devam edişlerini, güçlü görünümlü zayıf insanları, gülümseyen yüzlerin altındaki hüzünleri, "Herkes kendi tanrısını izler." diyen rahibeleri, sokak çalgıcılarını, sarhoşları ve daha bir çok şeyi... Filmin, bu kadar etkileyici olmasının sebeplerinden biri de belki de, çoğumuzun hep yanında olmak istediğimiz sevdiğimizin, bizi sevmemesi ya da bizi az da olsa sevmesine rağmen bize sevmiyormuş gibi davranması da olabilir. Ya da, bilmiyorum. Bu filmden sonra, "Gelsomina gibi sevmek." ve "Zampano gibi sevilmek." şeklinde cümlecikleri de dilime eklemiş bulunmaktayım.

21 Aralık 2012 Cuma

Renklerden Moru

Renklerden Moru, Alice Walker'ın Pulitzer Ödüllü 1982 yılında yayınlanmış kitabıdır. Şu günlerde, İnkılap Yayınevi'nden 1984 yılında basılmış birinci baskısını Kadıköy Kabalcı'nın Kelepir Kitap kısmından bir liraya temin edebilirsiniz.


Kitap, "Ey Koca Tanrım", ""Ulu Tanrım", "Ey yaradanallahım", "Sevgili Celie" ve "Sevgili Nettie" şeklinde başlayan mektuplardan oluşmaktadır. Tanrı'ya mektup yazan Celie, kitabın sonlarına doğru kız kardeşi Nettie'ye mektuplar yazmaktadır, Nettie de ona. 

Celie daha çocuk denecek yaşta tecavüze uğrar ve iki kere hamile kalır. İki seferde de çocuklarının öldüğünü sanmasına rağmen, babaları tarafından çocuklar satılır. Bir şekilde, kızı ile krşılaşan Celie onalrın yaşadıklarını anlar. Kız kardeşi Nettie'ye çocuklarını gördüğü rahibin eşinden bahseder ve Nettie'nin mucize diye anlattığı bir şekilde Nettie çocukların olduğu aile ile beraber misyoner faaliyetlere katılır. Teyzeleri olarak çocukları asla bırakmaz. Celie ise, babası tarafından zorla dört çocuklu bir adam ile evlendirilir. Celie, kendine her denileni yapmaktadır, tam anlamıyla bir hizmetçi gibi evin her işinden sorumludur. 

Celie, dertlerini Tanrı'ya mektup yazarak anlatır. Nettie'nin yazdığı mektuplardan birinde, "Yaşadığım hayattan öyle büyük bir utanç duyuyorum ki Tanrı'ya bile seslenemiyorum artık, demiştin. Konuşarak değil, ancak yazarak anlatabiliyorum diye eklemiştin." Celie, çocuk yaşta babası tarafından uğradığı tecavüz , iki çocuk doğurmanının, önce evinde sonra kocasının evinde bir hizmetçiden farksız olmanın yorucu, yıkıcı ve utanç verici hayatını yaşadığını okuyoruz, Tanrı'ya yazdığı mektuplarında. Ve bunları, çok çocukça ve masumca yazdığını da hissediyoruz. Zorla büyümek zorunda kalan küçük bir kız çocuğunun mektuplarını okumak bir kadın olarak beni çok etkiledi. Yalın, sade ve içten dili ile yaşadıklarını sohbet ortamında bana anlatıyormuş gibi hissettirdi.

Kitap, kadın odaklıdır. Kadınların yaşadığı sorunlar, farklı kadınlardan ve onların yaşamlarından kesitler sunmaktadır bize. Kadınların yaşadığı tecavüzleri, şiddeti, erkelerin onlara bakış açılarını ve diğer kadınalrın onlara nasıl baktıklarını da okuyoruz.Kitap dönemi için oldukça cesurdur çünkü, kitapda bir kadının hemcinsi ile yaşadığı aşk-cinsellik ilişkisine de tanık oluyoruz. Yazarın, çokça cesur davranarak yazdığı bir diğer konu ise Tanrı konusudur. "Eğer Tanrı varsa, ve beni duyuyorsa neden çocuk yaşta tecavüze uğramama izin verdin?" diyen Celia'yı okuyoruz. Gerçi, Celia çok masum ve saf bir karakter olduğu için çok ağır bir şekilde isyan etmiyor. Diyor ki, "Bugüne kadar dua edip mektup yazdığım Tanrı da erkek zaten. Bildiğim gördüğüm öbür erkeklerden hiç farkı yok. Hergelenin biri. Unutkan. Sinsi."Bu sırada, Celia'nın hayatının değişmesine ethisi olan Shug ona, "Tanrısız devam etmek kolay mı sanıyorsun? Yukarı da öyle birinin bulunmadığını bilsen bile, onsuz da yapabilirim diye çabalamak kolay mı?" diye soruyor. Ve ekliyor, "Tanrı senin içinde. Herkesin içinde. ama yalnız kendi içine bakmayı bilenler buluyor onu. Bazen, bakmasan bile, ya da ne aradığını bilmesen bile kendini gösteriyor. Çok kimse sıkıntıya düştü mü buluveriyor onu. Ya da kederli olduğu zaman."

Kitabın sonalarına doğru, dünyadaki değişimi görüyoruz yani dünyanın yalızca erkeklerin dünmyası olmadığını anlıyoruz. Celie, tıpkı erkeklerin giydiği gibi pantalonlar dikerek çalışmaya başlıyor ve yine tıpkı erkekler gib kendi parasını kazanıyor. Shug, onu destekliyor. Kız kardeşi de mektupları ile ona destek oluyor. Her şeyden önemlisi, Celie çocuklarının, kardeşleri olmadığını yani babasının öz babası olmadığını öğreniyor. Ve, bu noktadan sonra hayatını düzene sokmaya, değişmeye ve kendi ayakları üzerinde durmaya başlıyor. Bu bana nerede okuduğumu anımsamadığım bir cümleyi anımsatıyor, "Her şeyden önce kendi içimizdeki sorunlarımızla yüzleşip, kendimiz ile barışmalıyız." Celie de, önce kendi içindeki sorunlarını çözüyor, kendi ile barışıp hayatına yön vermeye başlıyor.

Feminist bir öykü olan Renklerden Moru, oldukça önemli bir eserdir. "Kocam aldatırsa, ben de aldatırım." , "Erkek yaparsa, kadın da yapmalı." ve buna benzer şeyler söyleyip feminist geçinen her kadının okuması gerektiğine inandığım bir eser. Yılbaşı yaklaşmışken, hem de Kabalcı'da ilk baskısı bir liraya satılırken herkese tavsiyem alın bu kitabı, çevrenizdeki kadınlara hediye edin.

Bahoz/Fırtına

Bahoz yani Fırtına adlı film 90lı yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde okuyan  Kürt üniversite gençliğini anlatıyor. Film iki buçuk saat sürdüğü halde çok akıcıydı. Müzikleri ve görsel olarak araya serpiştirilmiş vapur ve deniz manzaraları ile de izleyicinin sıkılması önlenmiştir.


Filmin ana karakteri Cemal, okumak için İstanbul'a gelir. Bir gün sınıfa girince, tahtada adının yazılı olduğunu görür. Örgüt üyesi olan öğrenciler, vize listelerine bakıp isimlerden ve isimlerin yanında yazan memleket plakalarına göre Kürt öğrencileri seçip, örgüte davet ediyorlar.

Cemal'e "Kürt müsün?" diye sorduklarında, "Aleviyim." diye cevap verir. Kürtçe ve Kürt olmakdan bahsedildiğinde ise, "Kürtçe konuşuyorlar diye Kürt mü oluyorlar?" diyor. Cemal'in dini kimliği, ulus kimliğinden üstte tuttuğunu ve Kürt milliyetçiliği hakkında pek de bilgisi olmadığını görüyoruz. Örgüt üyeleri de, bunu bildiklerinden onu sürekli yanlarına çekmeye çalışmaktadırlar.

Bir gün, Cemal otobüsteyken iki Kürt inşaat işçisinin çok gürültülü konuşması sebebiyle rahatsız olan yolcular tarafından otobüsten attırılması ile Cemal değişmeye başlar. Bir de, örgüt üyesi olan Helin tarafından Kürt değilim dediği için yediği tokat ile beraber...Otobüste bağıra bağıra ister Kürtçe, ister Türkçe ya da herhangi başka bir dil konuşulması durumuna ciddi ciddi karşıyım ve bu konuda otobüsteki diğer yolculara katılsam da, burası "Türkiye burada Türkçe konuşulur." diyen amcaya katılmadığımı da belirtmeliyim. Filmin bu sahnesi oldukça çarpıcı ve film için çok önemli bir sahne  olmasıyla beraber çok da gerçekçicidir. Sesli konuşmaya kızmayan ama Kürtçe konuşmaya takılan amcaya kızmadan edemez, izleyici. Günlük hayatta da bol bol görebileceğimiz bir insan tipi olduğu için de izleyiciyi düşünmeye ve sorgulamaya iter.

Filmin sevmediğim bir kısmı ise, örgüt üyesi öğrencilerin fuardan kitap çalmaları ve mağazadan kıyafet çalmaları oldu. Sen git haklardan, özgürlüklerden ve devrimlerden bahset ama kitap çal, nasıl içine sinebilir ki? Tabi, o dönemin koşulları, çocukların kitaba para harcayamayacağı gibi unsurları da göz önüne alırsak bir nebze de olsa kabul edilebilir diye düşünsem de,"sigara içeceklerine, sigaraya para harcayacaklarına biriktirip de kitap alsınlar." dedim, içimden.

Filmin en eğlenceli kısmı ise aralarından bir yoldaşlarına, "sen ne okuyorsun?" diye sordukları soruya gelen cevaptı. Dört kez üniversite sınavına girmiş ve kazanamamış. ailesi de dersanelere verdik ama kazanamadın diye üstüne gidince o da, uludağ'da tıp kazandım demiş. Gitmiş, eyrleşmiş Bursa'ya ancak küçük yer deşifre olurum diye İstanbul'a gelmiş. Ve bunun için, "İkinci yıl yatay geçiş yaptım."

Film, dönemin Yurtseverler adıyla örgütlenmiş Kürt gençlerini, örgüt yapısını, örgüte nasıl adam çektiklerini, örgüt içinde eleştiri-özeleştiri yaptıklarınıi örgütte yasaklananları ve liderlerinin güdümünde ne denilirse yaptıklarını çok iyi bir şekilde gözler önüne sermiş. Ve, filmin sonuna yine lider güdümünde dağa yapılan çağrılar sonucunda dağa çıkmaya karar verişlerini de izliyoruz. Bu kısım için, film bir çok eleştiri almış, "dağa çağrı yapılıyor." şeklinde. Bu eleştirileri, eleştirmeden geçemeyeceğim. Filmi izleyen nasıl anlamak isterse anlayabilir, ancak ben bunun verilmek istenilen bir mesaj olduğunu düşünmüyorum. Bu, sadece o gençlerin yaşadıklarını tüm gerçekliği ile anlatmaktadır. Örgüt içinde aşk ilişkisi olmaz diye sevgilisinden ayrılan bu gençlere, çağrı yapılınca gitmeleri de oldukça doğaldır. Ve, filmin amacı da bu durumu izleyiciye yansıtmaktır.

Filmde benim gözüme çarpan mesaj niteliğindeki tek sahne, iki genç nezaretteyken orta yaş üstü birini Avrupa'ya çıkacakken durdurup getiriyorlar. Sebebi ise, 15 yıl önce siyasi suçtan yatmış olması. Eğer, bu suçunun bedelini ödediğine dair resmi belgeler gümrüğe giderse, Avrupa'ya çıkabilecekmiş. Bu karakterin ağzından, "Bu halk için bir şey yapmaya değmezmiş." lafını duyarız. Ve, kamera nezaretin duvalarına kazınmış, "Kahrolsun 12 Eylül faşizmi, kanlı pazar'ı unutmadık, Deniz Gezmişler ölmez., Bağımsız Türkiye." gibi yazıları gösterir.  Bu sırada ben izleyici olarak, insanlar neler yapmış, ne uğruna yapmışlar ve ne değişmiş diye düşünmeden edemedim. Ve, en çok da değmiş mi, değmemiş mi diye kafa yordum durdum.



20 Aralık 2012 Perşembe

Nesfitli Püskevitli Yoğurtlu TatlıTarifi

Kar sebebiyle odadan çıkmak istemediğinizi düşünün, canınızın da tatlı çektiğini.
Buzdolabınızda yoğurt var. Biraz da Kırmızı Meyveli Nesfit, hatta o kadar az ki, paketin içindeki tozları bile ziyan etmek istemeyeceğiniz kadar. O yüzden, elimizdekiler ile tatlı yapmanın yollarını anlatacağım. :)

Yoğurdu bir kaba döküyoruz. Üzerine şeker. Benim yoğurdum 2 küçük boy light idi, üzerine de 2 tatlı kaşığı şeker attım. güzelce karıştırdım. Hatta, lab'da öğrendiğim bir teknik olarak homojen karıştırma için FrenchPressi kulandım. Şöyle ki, yoğurdu FrenchPressin içine doldurdum. Şekerini zaten katmış ve karıştırmıştım. Fench pressi bastırıp çektim ve bunu 3 dakika boyunca hiç durmadan yaptım. Yoğurduma, şeker hem homojen karıştı, hem de yoğurt krema kıvamı aldı hafifde köpürdü.
Sonra, bir tabağa koyup üzerine Kırmızı Meyveli Nesfitten döktüm, bildiğin kahvaltılık Nesfitten oldu :)
Bir kısmına da, çantamda günlerce dolanmaktan ezilmiş olan Burçak bisküvinin kırıntılarından da döktüm.
Çok güzel oldu, pek de güzel oldu.
Afiyetle yedim ve tatlı ihtiyacım gitti.
Bunu yapcak olursanız, size bir tavsiyem olacak FrenchPressinizden yoğurdu hemen yıkayın, zira beklerse temizlemek oldukça zor olabilir.

Günün Duası :Allah'ım herkesi şu karlı günlerde ayaklarını burkmaktan koru hem de bi ton işleri varken. Ha bi de, haftaya Çarşamba Biyoinformatik Sınavımda bana yardımcı ol, lütfen Allah'ım.

Bugün Doğacak Çocuklara İsimler:
Kız: Milady
Erkek: Dartanyan

Kar yagiyor ve ben hatirliyorum. Kar...


Ben küçükken, Deniz Apartmanı 2. Katta oturuyorduk. Apartmanımızın yanında da bir gecekondu vardı. Hayal meyal hatırlıyorum ama sanırım bizim köylülerdi. İfagat Teyze ve kızı Yıldız... Genelde ya da genelde değil sadece kar yağınca anımsarım onları. 

Kar yağıyordu bir gün, şu anki gibi. İfakat Teyzenin kızı sokakta tek başına oynuyordu, başka kimse yoktu sokakta. Ben de, ev kediis misali camdan bakıyordum. Beni gören annem Yıldız'ı eve çağırdı. Bizim evin balkonuna çıkıp, Yıldızların gecekondusunun çatısının üzerinden bir tencereye kar doldurdu. Bizi de sobanın arkasındaki minderlere oturttu. Önümüze karı koydu, "Hadi oynayın." dedi. Biraz elledik karı, o sırada annem benim mor, üstünde kilim deseni olan el örmesi eldivenimi ve Yıldız'ın paltosunun cebindeki krımızı küçük eldivenlerini getirdi. Küçük kardan adam yaptık eldivenlerimizi giyince. Derken, tencerenin içi sadece su oldu.

Annem, yine kar getirdi bize. Bu sefer bir de boş tepsi. Tepsinin içine tencereden aldığımız kar ile minyatür kardanadamlar yapmaya başladık. Bu tencere ile kar taşıma işlemi, ta ki annemin kar almaya yetişeceği yerlerdeki karı alana kadar devam etti. Sonra, sobanın arkasındaki minderlerde kivili oralet ve bisküvi keyfi yaptık.

Yıldız'ı evden çağırdılar. Yıldız, gitti. Ben de, ev kedisi modunda sobanın arkasında kıvrıldım ve uyudum. 

Bugün kar yağıyor. Ben, yine bu çocukluk anımı anımsıyorum. Ve, yine çocukluğumdaki gibi camdan bakıp, camın kenarındaki kar ile oynuyorum. Ve, y,ne ayağımda kalın çorap ve patik terliklerim var. Baktıkça beni güldürücek kadar saçma görünen... Adına, "Almanya kaybetti diye biz de kaybettik." koyduğum Almanya'da Fifa maçlarını izlerken bir arkadaşımın bana hediye ettiği, en üst kısmında Almanya bayrak renkleri, ön kısmında da futbol topu olan beyaz spor çoraplarım ayağımda. Üstünde de pembe, kurdeleli, benekli fazlaca bir kız çocuğuna ait olduğunu belli eden patik terliklerim var. Masamdan sandalyemi azıcık arkaya itsem, duvara çarpacağım kadar küçük olan odamda duvar ve masa arasıdna sıkıştığımı hissediyorum. Ve, çocukluğumdan beri değişmediğimi, değişemediğimi...


19 Aralık 2012 Çarşamba

20.12.2012

Bugünün tarihini pek sevdiğimi, demeden geçemeyeceğim.
Lab defterime 12.12.12 yazarken eğlendiğim gibi eğlenebilirim 20.12.2012 yazarken de...
Eğleniyorum dediğime bakmayın, içim kan ağlıyor.
12.12.12 sen ne berbat bir günsün. Hiç sevmedim, seni.
saat olmuş 02.37, ben tüm dolabımı döktüm çamaşır yıkıyorum. ben diyorum, iyi değilim bugünlerde.
okul bitsin, hoca olayım, ders vereyim istiyorum. ya da istemiyorum, bilemedim.
uyumak lazım, uyku lazım. bir de, unutmak. iyi gelir, ve bunu herkes bilir.
ancak, uyuyamıyorum.
uyuyamıyorum.
uyu...




Bezirgan

İstanbul Halk Tiyatrosu tarafından yapılmış Tartuffe'ün çok farklı bir uyarlaması olan BEzirgan'ı bu akşam izleme şansını elde ettim. Oyunda Erkan Can, Cem Davran, Şebnem Bozuklu ve adını bilemediğim diğer bir kaç oyuncu daha vardı. Diğer oyuncuları anımasayamamın sebebi ise tamamen adını saydığım oyuncuları daha önce bir yerlerden bildiğim ve o bildiklerimle özdeşleştirmem oldu. Erkan Can'ı Gemide filmindeki rolü, Cem Davran'ı Ruhsar'dan ve Şebnem Bozoklu'yu Canım Ailem'den biliyordum.



Oyun oldukça eğlenceliydi. Biz gülerken oyuncular da gülüyordu. Kanımca, oynarken çok eğleniyorlardı. Oyunun ilginç bir yanı ise, oyuncuların maskeli olmasıydı, arada maskelerini çıkardıklarını da görüyorduk. Ve oyunun bir de kukla olan bir kahramanı vardı. Hem Orgon hem de Tartuffe olan Cem Davran'ın seslendirdiği ve oynattığı.

Oyun bir çok konuya değiniyor zaten böyle olmasıdır, Tartuffu'ü klasikleştiren. Ancak, en çok hoşuma giden saptama ise, Elmire'nın "Bir kaıdnın içinde iki pençe vardır. Biri iffet pençesi, diğeri de arzu pençesidir. İffet Pençesi, "aman elalem ne der, bacaklarını toparlayarak otur, onu yapma, bunu yapma." der. Arzu Pençesi ise, "aman canım boşver, bir daha mı geleceksin dünyaya?!" der." oldu. 



Oyundan çıkarılacak en temel ders ise, "Bir insanın en az iki yüzü vardır." Oyunun anımsattığı şarkı ise "Maskeli Balo".

Baba ve Piç

Uzun zamandır okumak istediğim bir kitaptı, Baba ve Piç. Kitabın kapağı hakkında çok yorum duymuştum. "Neden nar? Neden çatlak nar? Ve neden vajinaya benziyor?" ve bunun türevleri şeklinde bir çok soru duymuştum ve bu konuda yorumlar dinlemiştim. Kitapla ilgili bir hayalkırıklığım oldu, çünkü benim aldığım basımının kapağında 'nar'değil de, 'kelebek' var. 



Kitabın en çok hoşuma giden kısmı ise, başladığı cümlenin hemen hemen aynısı ile bitiyor olması idi,  "... ne yağarsa yağsın tepene semadan, kabulündür. Buna yağmur da dahil." Diğer hoşuma giden şeylerden biri de her bölümün adının aşure malzemelerinden birinin olması idi ve ilk bölümün kokusuna bayıldığım tarçın ile başlaması idi. Kitaba dair okudğum yorumlardan anladığım kadarıyla aşurede gül suyu olduğunu ya da katılabileceğini bilen insan  sayısı oldukça az.

Kitabı iki gecede okudum, dili oldukça akıcı ve sürükleyici. Tabi, arada bilmediğim bir çok kelimeyi de öğrendiğimi söylemeden de edemeyeceğim. Kitabın kurgusunu ise çok sevdiğimi de söylemeliyim, bazı yerlerde ne olduğunu çok rahat tahmin edebilsem de, en sonunda Amerika'dan gelen Armanuş'un Türkiye'de yaşayan Kazancı ailesi ile bağının olabileceğini asla tahmin edemediğim için sonlara doğru karşılaştığım bu süpriz çok hoşuma gitti. Sonun ne olacağını iyi kötü tahmin ettiğim için okuma şevkim azalmaya başlamıştı sonlara doğru, çünkü.

Kitabın en eğlenceli ve altı çizilesi yerleri ise "İstanbulu Kadınların Elkitabından Altın Feraset Kuralı", "İstanbulu Kadınların Elkitabından Gümüş Feraset Kuralı" ve "Şahsi Nihilizm Manifestosu"dur. Kitabın karakterlerine gelince, hepsinin kendine ait merak edilesi hayatları vardı, dolayısıyla okurken geçişlerde hiç sıkılmadığımı söyleyebilirim. En sevdiğim karakter ise Zeliha Teyze oldu. Sonrasında da, Ağulu Bey ve Şekerşerbet Hanım isimli cinlere sahip Banu Teyze oldu. 

Elif Şafak, Baba ve Piç'i ingilizce yazmış. Belki de, bu yüzden olsa gerek Türk kültürüne ait bir çok şeyi, İstanbul sokakları ya da bunlara benzeyen hemen hemen her gün gördüğümüz aşina olduğumuz bir çok şeyi çok detaylı bir şekilde açıklayarak yazmış. Bu kısım okuyucuları çok sıkmış olmalı ki, okuduğum ve duyduğum olumsuz eleştiriler hep buna dair oldu. Ben, okurken o kısımlarda sıkılmadım hatta çok eğlenerek okudum. Bu tarz şeyler değişiklik gösterebildiği için, acaba burda nasıl anlatılacak diye çok da merakla okudum, hatta. Mesela, kurşun dökülüşünü anlatıyor uzun uzun ki ben kurşun dökme işlemini çevremdeki çoğu kişinin bildiğinden bile şüpheliyim. Dolayısıyla, bunun neden bu kadar eleştirildiğine de anlam veremedim. Tüm bu kısımların ingilzicesini de okumak isterim, açıkcası.İngilizcesinde Asya, Zeliha Teyzesi'ne "aunt" dediği için, kitabın sonunda ortaya tamamen kesin ve net bir şekilde çıkacak gerçeği çok daha erken tahmin edebilirdim, o yüzden iyi ki Türkçesini okumuşum da diyorum, içten içe.

Kitabın en çok eleştirililen hatta Elif Şafak'ı mahkemelik eden kısmı ise Ermeni Soykırımı'na dair yazdıklarıdır. Bence, kitabın temel konusu Ermeni Soykırımı değildii, ve aralara serpiştirilmiş bir şekilde her kesimin düşüncesi vardı. Buna Türkiye'de aynı hanede yaşamalarına rağmen birbirinden çok farklı düşüncelere sahip olan Türk ailesinin fertleri, Amerika'da yaşayan Ermeni ailelerinin çocukları, Türkiye'de yaşayan Ermeni de dahil. Her kesimin düşüncesine yer verildiği halde, sadece en ssert ksıımlarının alınıp bütün bir okunmadan gerçirilmeden yargılanması da oldukça acıdır, ki bu gibi bir şeyle ilk kez karşılaşılmıyor. Romanın bir kısmında İstanbullu Ermeni olan Aram'ın ağzından duyduklarımız olukça birleştiricidir, oysa. Aram diyor ki, " İstanbullu Ermeniler İstanbul'a aittir, İstanbullu Türkler, Kürtler, Rumlar ve Yahudiler gibi. Bir zamanlar birlikte yaşamayı başarmıştık, sonra çok kötü çuvalladık. Şimdi tekrar öğrenmeliyiz kozmopolitliği. Bir daha çuvallama şansımız yok." Çuvallama şansımız yok ama, yine kitapta Aram'ın dediği gibi "Türkiye'de de iyi insanlar ve kötü insanlar var." 

18 Aralık 2012 Salı

Üniversiteler ikiye ayrılıyor, ODTÜ ve diğerleri.

Sırça Fanusumuzda Starbucks açıldı, bugün. Açılmasaymış kahvesizlikten ölecekmişiz sanırım, zira herkesin elinde en kocamanından kahve bardakları vardı.
Ve yine bugün, ODTÜ'de bir çok öğrenci tazikli su ve gaz bombasına maruz kalmış.
Bizim kampüsde yerlerde, masalarda, çöplerde ve daha bir çok yerde üstlerinde isimler yazılı karton Starbucks bardakları vardı.
ODTÜ'de her yerde duman ve alevler varmış.
Haberlere şöye bir göz gezdirdim.
Büyük boy Starbucks bol kremalı Lattemi yudumlarken de beyaz renkli iphone 4S'imden twitterı açıp yazayım da, duyarlı görüneyim. 
Demem o ki, üniversiteler ikiye ayrılıyor; ODTÜ ve diğerleri.

Şair beni kıskanmaz, çok net.

Ben laboratuvar'da çalışıyorum, dolayısıyla yaptığım her çalışmayı yazmalıyım ki arada yapmadğım için çokça sıkıntı çekiyorum, neyse konumuz şu an bu değil. Tabi, yaptıklarımı yazarken tarihi de yazmaya oldukça önem gösteriyorum. 

Şu an, geçen haftalarda yaptığım tüm çalışmalarımı düzenlemem gerektiği için defterime bakıp ne yazdığımı, ne yaptığımı anlamamakla beraber tarih olarak da 12.12.12'den sonraki gün 13.13.13 yazdığımı fark edip, kendimden umudu kestim. Benden akademisyen falan olmaz. benden bilim insanı olmaz. bilime faydam olamaz, benim. Hayattan soğudum sabah sabah, yemin ederim.

Nerdeyim ben? Ne yapıyorum ben? Amacım ne? Materyal method ne? Sonuç ne? Elimde düzgün bir sonuç yokken neyi, nasıl discuss edicem?

Keşke, "Cımbızlı Şiir"deki 'bir elinde ayna, bir elinde cımbız, dünyayı umursamayan.' gamsız kadınlardan biri olsaydım, diye geçmiyor değil içimden. "Bir elimde ayna bir elimde cımbız" muhabbetini dilimize kazandıran kişi Orhan Veli'dir, demeden geçemeyeceğim, zira ben de yeni öğrendim. Sertap Erener'in Kumsalda şarkısındaki "Şair beni kıskanır." dediği şair şüphesiz ki, Orhan Veli'dir. 

Hamiş : 'Laboratuvar' yazacağım zaman TDK'nın sözlüğüne bakmam gerekiyor. Arada bir 'v' harfi var ki, hep ya yoksa diye düşündürtüyor beni.



17 Aralık 2012 Pazartesi

Gözetleme Kulesi

Nihat, gözetleme kulesinde bekçi olarak çalışmaktadır. Gözetleme Kulesi'nde çalışmak demek, arada bir şehre inmek ve hiç yüzyüze görmediği diğer bekçiler ile telsiz ile konuşmaktır.Seher, bir yerel otobüs firmasında hostes olarak çalışan edebiyat öğrencisidir. Otogarda ona verilen küçük bir odada yaşamaktadır. Nihat, bir trafik kazasında eşini ve oğlunu kaybetmiştir. Seher ise, ailesi tarafından güvenli diye dayısının yanına yerleştirilmiştir ve orada dayısının tecavüzüne uğrayarak hamile kalmıştır. Doğum yapan Seher, bebeği bırkaıp kaçarken Nihat tarafından görülüp Gözetleme Kulesine getirilir.  



Film görsel açıdan bana Sonbahar'ı çokça anımsattı, Karadeniz'in yeşilini ve güzel ormanlarını görmek oldukça güzeldi. Filmi izlerken bir yandan bir gün Karadeniz turuna gitmenin hayallerini de kurdum. Ta ki, Seher'in tek başına doğum yaptığı sahneye gelene kadar. O sahne o kadar geçekçiydi ki, oturduğum yerde kaskatı kasıldım diyebilirim. Hassas bir insan olduğum için zaten etkilenirdim ben ama sahne o kadar geçekti ki, bence benim dışımda herkes o sahneden çok etkilenmiştir.

Filmin vurucu bir başka sahnesi ise, Seher'in annesine "Emniyetiniz sikti beni!" diye bağırmasıdır. Seher'in annesi çokça rastladığımız ve alışık olduğumuz bir anneydi, aslında. Kızını emniyetli diye dayıya emanet eden ve Seher üç kız arkadaşıyla eve çıkmayı düşündüğünü söyleyince, "olur mu öyle dört kız bir evde yalnız kızbaşınıza, giren çıkan belli olmaz o eve." diyen bir anne. Ardından, kızının kardeşi tarafından tecavüze uğradığını duyunca sadece ağlayan ve kocası gelince toparlanan bir anne. Bu kadar sakin kalması dışında çok garip gelmedi anne, bana. Yani, alışık olduğumuz anne tipi dedim aslında ama alışık olduğumuz anne tipi ekmek bıçağını kaptığı gibi kardeşini öldürmeye giderdi diye düşünmedim değil.



Filmin özellikle üstünde durduğu bir nokta ise, filmdeki erkeklerin kadına bakışı. Baba, "daha ne istiyor, rahat battı, korusun kollansın diye dayısına gönderdik." diyor. Otobüslerin sahibi, şöföre, "Kızı koruyup kolla, sakın ola sarkma kıza." diyor. Nihat da, Seher'i görüp kuleye götürüyor, bebeği de kurtarıyor ve şefine, "karım ve oğlum." deyince Seher'e "ne deseydim, gerçeği anlatamazdım. seni koruyorum." diyor. Seher ısrarla, "korunmaya ihtiyacım yok." dediğinde ise, "Sen öyle san." gibi bir tepki veriyor. Filmdeki tüm erkekler sürekli koruyup kollama adı altında kıza yaklaşmaya çalışıyormuş ve kız için sürekli bir tehlikelermiş gibi göründüler gözüme. Ve, bir kadın olarak filmi izlerken çok gerildim, kendimi kötü hissettim ve huzursuzlandım. bence filimin amacı da buydu, yani bu durumu izlemek bile huzursuz ediyorsa, gerçeği nedir bir düşünün ey isnanalr diyordu ve amacına da ulaştı. Amacına ulaşınca da, pat diye bir anda bitiverdi. Tıpkı, gerçek hayat gibi. Gazetelerde okuduk, haberlerde izledik, komşudan duydukya da kitaplarda okuduk. Hissettik, üzüldük, kahrettik dünyadaki tüm kötülüklere. Ya sonra, pat diye bitti, tıpkı filmin bitişi gibi. Ve o an tüm duyarlı insanlar düşünür, bir şeyler yanlış, bir şeyler düzeltilmeli ayd a değiştirilmeli. Belki de, en başta kendimizi değiştirmeliyiz. İzlediğimiz bir hikaye var ve pat diye bitiverdi. sonra naptık, hayatımıza kaldığımız yerden devam ettik. Evet, evet, belki de en temel sorunlardan biri bu, tabi ki sadece bu değil, ama toplumsal bir çok sorunu çözmek için başlanılması gereken bir sorun.

Bayl(an)ılar

Su hayatta en sevdigim yerlerden biri Baylan Pastanesi olsa gerek. Yedigim Cup Griye, bana surekli Kumral Ada Mavi Tuna adli kitabini animsatti. Cocukluk ve genclik arasi geciste okudugumdan mi yoksa baska sebeplerden oturu mu bu kitabin asla aklimdan cikmadigina bir turlu karar veremedim. Her yil tekrar okumak istedigim yegane kitap. Kumral Ada ve mavi tuna'yi sevdigini soyleyen bir insans hemencecik kanimin isinmasinin da bir sebebi olmali ve o insani alip baylan'a getirmek isteyisimin de... Baylan ne guzel bir patanesin. Tuna ne tatli bir asiksin. Mabel sen ne paylasilasi bir cikletsin. Semsiye cikolatalar da bir agbinin kardesine alabilecegi en harika hediyedir. Tum bunlari hissettiren, bir cok aniyi animsatan bir yer olmasi sebebiyle baylan' a olan sevgim de bir baska tabi. Ayricason gidisimde aldigim cikolata kapli portakal dilimleri de harikaydi.
Su an bunlari hocanin ofisinin onundr beklerken yaziyorum ve su an burda degil de baylan'da olsaydim keske diyorum. Ve keske hala agbisinin semsiye cikolata aldigi kucuk kiz olsaydim.
Bu arada dusunmeden edemiyorum, o par cikolata neden 1 euro? Neden TL degil?





16 Aralık 2012 Pazar

Son Mektup Bir Aşk Hikayesi

Geçen yıl SGM'de Kulunka Tiyatrosu'nun Andre y Dorine adlı tiyatro oyununa gittim. Afişini görünce oldukça önyargılıydm, çünkü oyuncular kocaman kukla maskesi takan insanlardı. Kendim ve bir arkadaşım için bilet almıştım ki, arkadaşım "ben sevmem kuklalı çocuk oyunu gibi, gelmeyeyim." dedi. Gelmeyen arkadaşımın yerine son anda başka bir arkadaşım geldi, iyi ki de gelmiş yoksa ben oyunda kendi kendime ağlamaktan helak olacaktım. Ağlarken yanımda birinin olması gerektiğine inanırım, ben. Neyse, konu bu değil şu an. Tiyatronun beni bu kadar etkilemesi üzerine hemen araştırma yaptım. Meğerse, tiyatro oyunu  Fransız filozof ve gazeteci olan Andre Gorz ve eşi Dorine'den esinlenilerek yazılmış.


Andre Gorz ve eşi Dorine ellisekiz yıl evlilermiş ta ki, Dorine uzun zamandır boğuştuğu hastalık ile artık başa çıkamayıp vefat edene kadar. Dorine'in hastalığı sırasında aldıkları karara göre, eğer birisi ölürse, ayrılmamamak için diğeri de peşi sıra kendini öldürecekmiş. Ve, öyle de olmuş, Dorine'in öldüğü gün Andre de intihar etmiş.

 2006 yılında yayımlanan Son Mektup Bir Aşk Hikayesi, Andre Gorz'un Dorine'e yazdığı aşkını, evliliğini ve hayatını anlattığı mektuptur. Mektup, "“Yakında seksen iki yaşında olacaksın. Boyun altı santim kısaldı, olsa olsa kırk beş kilosun ve hâlâ güzel, çekici, arzu uyandırıcısın. Elli sekiz yıldır birlikte yaşıyoruz ve ben seni her zamankinden çok seviyorum.” sözleri ile başlıyor ve hayatlarındaki bir çok şeyden bahsediyor. Bunun sebebi ise, Dorine'in her zaman Andre'nin yanında olması, onu desteklemesi ve birbirlerini anlamaları. Hatta Andre bunu, “Biz birbirimizi anlamak için yaratılmışız.” şeklinde açıklıyor.


Kitap hakkında yazılanları okurken her yerde rastladığım yorumlar şöyle başlıyor, "Hüzünlü bir aşk hikayesini anlatan Son mektup..." Şöyle ki, okurken insan cidden çok hüzünleniyor. Nasıl bir sevgi, bağlılık, beraber yaşam mücadelesi, birbirine destek olma deyip, nasıl zor koşullar denilip hüzünlenilebilinir. Ancak, ben buna asla 'Hüzünlü Aşk' demem. Nedenine gelince, bir kere bu iki kişi evlenmiş ve ellisekiz yıl beraber olmuşlar, tamam hastalıklar, politik olaylar ve buna benzer bir çok zorluk altında yaşamışlar ama beraberlermiş, yani beraber oldukları için ben buna hüzünlü aşk demem. Benim 'Hüzünlü Aşk' tanımım içinde mutlak hüzün, şişeler dolusu gözyaşı ve çokca acı barındırır. Benim hüzünlü aşk hikayemde, kadın sever ama adam sevmez. Kadın, adama mektuplar yazar, adam okumaz. Adam, kadının yüzüne bakmaz, ona bir hiç gibi davranır ve ona "Benim için önemsizsin, benim için hiç bir değerin yok." der ve o sırada kadın omuz silkip," Olsun ben beni sevmeni istemiyorum ki, ben seni sevmek istiyorum." der. Hüzünlü aşk, budur benim nezdimde.

Nur içinde yatın Andre ve Dorine.

15 Aralık 2012 Cumartesi

Min Dît

Min Dît, faili meçhul cinayetler hakkında yazı yazan gazeteci bir babanın ve çocuklarına kurt masalı anlatan bir annenin bir düğün dönüşü Batman-Diyarbakır yolunda çocuklarının gözleri önünde Jitem Subayı tarafından öldürülmesini, ardından çocukların yaşamını konu alan bir filmdir. Ailelerini kaybeden çocuklar 10 yaşındaki Gülistan, 7 yaşındaki Fırat ve 6 aylık Dilovan'dır. Teyzeleri gözaltına alındığı için yapayalnız kaldıkalrı için güç bir yaşam savaşına başlarlar.



Çocukların verdiği yaşam savaşında başka çocukları da görmeye başlarız. Ve, çocukların gözünden sokakları da... Selpak satan çocukları, çakmak satan çocukları, bir liralık bıçak seti için pazarlık yapan şık giyimli hanımı, çocuklarına bakabilmek için fuhuş yapan kadını, sokakta kalan çocukları ve daha bir çok şeyi bir anda görmeye başlarız. Filmin adı bu açıdan oldukça güzel seçilmiştir, Min Dît yani Ben Gördüm

Filmin başında çocukların annelerinden dinlediğimiz kurt masalının aynısını izliyoruz. Çocuklar, ailelelerinin katillerinden intikamı kurt masalındaki kurta yapıldığı gibi onu işaret ederek alıyorlar. "O bir katildir." diyorlar, başka da bir şey yapmıyorlar. Yaşadıkları tüm zorluklara rağmen, hala iyi ve çocuk kalabilmişlerdir. Küçük kız istese adamı vurabilirdi ama onu öldürmek yerine masaldaki gibi herkesi ona karşı uyararak aldı, intikamını. Sonra ne oldu, çocuklar ne yaptı, nereye gittiler, yaşamları nasıl oldu şeklinde sorular ile izleyiciyi bırakarak ama ellerinde oyuncak silahlar, selpaklar, çakmaklar olan çocukları yine çocuklarından gözlerinden göstererek bitti, film.


Film hakkında yaptığım ufak araştırmada okuduklarımdan anladığım kadarıyla Tükçe ve Kürtçe konuşmadaki ayrılık, Kürt ailenin çocuklarının odasında duvardaki resimde çiçekler olması ama katilin oğlunun duvarında Türk bayrağı, savaşlı resimler olması ve çocukların ateş başında söyledikleri Kürtçe türküde Kürdistan geçiyor olması çokça eleştirilmiş. Dolayısıyla, filmi izleyenler kesin ve net çizgiler ile iki gruba ayrılıyor; sevenler ve sevmeyenler. Sevme ve sevmeme sebepleri ise tamamen politik. Oysa, film boyunca ben politik bir söylem ile karşılaşmadım. Tamamen çocuk odaklı bir film olması ve Diyarbakır'da yaşayan çocukalrın ne koşullarda büyüdükleri, neler yaşadıklarını göstermesi sebebiyle oldukça da sevdim, filmi.



İzlerken, her gün yolda gördüğüm selpak satan ve kendilerinden kaçarcasına uzaklaştığım küçük çocukları düşündüm. Aileleri gözlerinin önünde katledilen çocukları... Türkçe konuşamayan çocukları... Sokaklarda uyuyan çocukları... Oldukça hüzünlü anlar yaşadım, izlerken ben bu filmi. Çok da ağladım. Kendimi, kendi yaşam şartlarımı düşündüm. Hayatın acımasız, adaletsiz ve garip olduğunu da... Kısacası, Min Dît yani ben gördüm. Umarım, izleyen herkes de görür. Ama bu konuda çok umutlu değilim. Min Dît'i izleyen biri zaten toplumsal duyarlılığa sahip bir insandır, diğerleri izlemiyor ve görmüyor, zaten görmek de istemiyor. Bir şeyler değişsin istesek de, zor. Çok zor...

13 Aralık 2012 Perşembe

böyle bir biyografim olsun istiyorum.

Kdz. Ereğli TED Koleji, ardından Sabancı Üniversitesi Biyoloji ve Biyomühendislik bölümünü bitirdi. Lisans öğrencisiyken Eramus Öğrenci Değişim Programı ile Almanya'da Leibniz Universität Hannover'da bir dönem eğitim gördü. Eğitimi sırasında Institut für Technische Chemie der Leibniz Universität Hannover'da staj yaptı. Almanya'da eğitim gördüğü sırada Almanca öğrenmeye başladı ve orta seviyeye kadar ilerledi. Daha sonra, Sabancı Üniversitesi'nde yüksek lisans'a başladı. Sabancı Üniversitesi Nanoteknoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi (SUNUM)'nde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladı.Yüksek Lisansı başarı ile tamamladıktan sonra, Zentrum für Molekulare Biologie der Universität Heidelberg'de doktoraya başladı. 2 yıl devam ettiği genetik doktorasını yarıda bırakak, yazmayı seçti. İki yıl Paris'te yaşadıktan sonra ilk kitabını yayımladı. 
.....
.........
...............
.........................
.........................................

Mabel, asla bereber olunamayacak sevgilidir. Bu yazı da oldukça kişisel bir iç dökmedir.

Bugün Kadıköy'deki Kabalcı Kitapevine gittim. Çok harika bir defter aldım. Defter 30 yaprak dosya ve 100 çizgili sayfayı aynı anda içeriyor ki bir arkadaşım defter için, "smart phonelardan sonra gördüğüm en smart şey olabilir." Kabalcı'nın Kelepir Kitap kısmından da Alice Walker'ın Pulitzer ödüllü kitabı olan "Renklerden Moru" aldım. İnkılap Yayınevi'nden çıkmış ilk baskı, 1984'de basılmış. 1 Liraya böyle güzel bir kitap alarak güne çok mutlu başladım.

Kabalcı'dan çıkınca Baylan Pastanesi'ne doğru yol aldım. Yolda az biraz karnım acıkınca çekirdekli simit aldım ve yolda yürüken yedim. Bunun üstüne Baylan'da Cup Griye yedim. Cup Griye, benim için çok özel bir tatlı. Bunun sebebi ise, çocukluğumda okuduğum bir kitap, "Kumral Ada Mavi Tuna." Tuna, Ada, Aras ve Meriç, ne çok etkilemişlerdi beni. Bu yaz tekrar okudum ben o kitabı, yine aynı etkiyi yaratmadı değil. Hatta, sırf bu kitaba olan sevgimden dolayı çok sevdiğim insana sen 'Mabel'sin dedim. Neden diye sorunca, kitabı söyledim. Bana, "Ablamın en sevdiği kitaptır, o." dedi. Ona olan sevgim, o an daha bir arttı. Sonradan bana "Nasıl sevebildin beni bu kadar?" diye sordu. Açıklayamadım yani açıklamak da istemedim. Henüz erkendi, açıklamak için. Aslında, bir o kadar da basitti açıklamak hem de kitaptan bir kısımla açıklayabilirdim. 
"onu ilk kez gördüğümde yaşantımda çok önemli bir yer tutacağını sezmiştim. bu tıpkı,bir filmin daha ilk karesinden bütününü kavramak,sonunu tahmin etmek gibi bir duyguydu. onu ilk gördüğümde bundan böyle artık benim için çok önemli olacağını sezmiş ve ürkmüştüm. o andan başlayarak yaşantım değişecek,artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. bunu nasıl güçlü hissettiğimi ve sarsıldığımı iyi hatırlıyorum. fakat elimden gelen hiçbir şey yoktu. çünkü güçlü bir çekim alanının etkisine girmiş, büyülenmiştim. bütünüyle tuhaf olarak tanımlanacak bir zevkle bu albeniye kapılmıştım. tamamen kendi isteğimle ve tamamen “ben” oluşumla ilgili olarak.” 

Ona 'Mabel' desem de, asıl 'Mabel' bendim. Mabel gibi seven de... "Herkesin bir mucizesi vardır, benimkide ''O''..." diyen de bendim. ''Aşkın binbir çeşidi vardır ve hepsi acıtır.'' diyen de, bendim. Canı acıyan da... Hepsi ama hepsi, bendim. Ve, o... O, bu hikayede yoktu bile. Ben, zorla katmaya çalışsam da... O, bu hikayenin kahramanı olmazdı, olamazdı. Çünkü... Çünkü, bana aşık değildi. Ve, o aşk adamıydı, kendi deyişiyle. 

Cup Griye yerken, aklımdan bunların geçmesi gayet normaldi ve normaldi hüzünlüyken çok yemem. Ve, normaldi arkadaşımla muhabbet ederken kahkahalar ile gülmem ve gülerken gözlerimden ara ara yaş akması... Arkadaşım da, bu durumda beni de kendini de eğlendirmek için olsa gerek bana İstanbul haritası çizdi. Baylan'dan çıkıp bu haritadakileri sana göstereceğim demedi ama hepsini tek tek gösterdi. Uzaktan ne de güzel görünüyordu, İstanbul'un güzellikleri. Ama, yine de hiç geçmeyecek olan hüznüme engel olamıyordu. Baylan'dan çıkarken aldığım para çikolatam ve bitter çikolata kaplı portakal dilimleri bile yetmiyordu, engel olmaya... Ama, en azından ben bunları yazarken beni eğlendiriyorlardı, çikolata ne de olsa, her derde deva...  

Yolda, en sevdiğim arabanın en sevdiğim rengini görmem bile yetmedi, hüznümü yok etmeye ama azaltmadı da diyemem. Mor renkli şirin vosvos... Ahh güzel araba, keşke sahibin ben olsaydım da, bir kaç defter ve bir kaç şiir kitabıyla basıp gitseydik uzaklara... belki, bir gün öyle bir arabam olur ve ben alır başımı giderim uzaklara. hem belki yazar da olurum, yollarda bir sürü şey yazarım. dönünce de kitap bastırırım. Evet, evet sevdim ben bu hayali. Hayaller, güzeldir. Hayat da güzeldir. Hüzünler de... Dostluk da... Aşk da... Sevgi de... Aslında her şey güzel ama bazen o kadar kör oluyoruz ki kendi dertlerimizle bu güzellikleri görmüyoruz, göremiyoruz. Aslında, ben Baylan'ı, Kabalcı'yı, Cup Griye'yi, mor vosvosu, Moda'yı, gezdiğim yerleri yazacaktım, nerden buraya geldim, ben de bilmiyorum.

9 Aralık 2012 Pazar

İki Çizgi

İş kadını olan Selin ve kendisinden yaşça küçük fotoğrafçı sevgilisi Mert'in beraber yaşamlarını ve beraber tatile gidişlerini anlatan bir film. İlk sahnede çift tiyatrodadır ve tiyatrodan dönerken arabada oldukça sessizlerdir ki, buradan bir gariplik olduğunu sezebiliriz. İzleyici olarak, ya insan tiyatroya gitmiş bir iki şey konuşun değil mi diye düşünürüz. Filmin son sahnesinde de, buna benzer bir durumla karşılaşırız. Otel odasından çıkarlar, arabaya binerler. Selin, sessizce haritaya bakar. Mert de sessizce arabayı çalıştırır. Başı ve sonu benzer olunca, izleyici olarak biraz hayalkırıklığına uğrasam da, oldukça gerçekçi bir hikayeyi anlatan bir film izlemiş olduğum için sevindim.

Selin, bir çok erkek tarafından sıkıcı, tekdüze ve monoton bulunabilecek, bir kadın. İş kadını olması yerine keşke akademisyen olsaydı bile diye düşündüm. Çalışmadığı günlerde piyano çalan, uyumadan önce kitap okuyan, düzenli bir şekilde bilgisayarının başnda işini yapan, güzel bir eve ve arabaya sahip bir kadın. Mert de onunla yaşayan, onun arabasını kullanan, dışarıda fotoğraf çeken bir adam. Kendine ait bir fotoğraf odası var ve bu odadan karşı binada yaşayan kızları izliyor ve bazen izlemekle de kalmayıp kameraya çekiyor. Böyle bakınca, çok garip bir çift gibi görünüyorlar, gözüme. Hani derler ya, davul bile dengi dengine. İşte, onlarda bu denklik yok gibi hem de bir çok açıdan. Tabi, uzun süre bir arada yaşamış bir çift olduklarını da anımsayınca belki de uzun zaman beraber yaşamak da onları uyumsuz yapmış olabilir diye düşünmeden de edemiyorum.

Filmin adından olsa gerek hayalimde canlanan filmin sonunda, Selin kendine gebelik testi yapacak ve sonuç iki çizgi çıkacaktı. Filmin adıyla ilişkisinin doğrudan olması gerektiğine dair garip bir önyargım olduğunu da çok net bir şekilde görmemi sağladı, bu film.

Filmin çok güzel bir soundtracki var ve filmde şarkının tümünü dinliyoruz. Şarkıyı söyleyen grup Frapanmış. Onları da, yıllar önce izlediğim Aşk Yakar, adlı diziden biliyordum ama sadece o adar biliyordum. Film sayesinde onların diğer şarkılarından da haberdar olmam gayet güzel oldu.


İyi Seneler Londra

Adına aldanıp yılbaşı filmi sanılmaması gereken bir filmdir, İyi Seneler Londra. Bu film, üçleme olarak düşünülmüş bir projenin ilk filmiymiş, henüz diğer ikisinden haberimiz olmasa da ben merakla bekliyorum. Diğer iki film ise İyi Seneler Bolvadin ve İyi Seneler İstanbul olacağı söyleniyormuş. Filmde bunun hakkında ipucu veriliyor. Ülkü Duru'nun oynadığı uluslararası üne sahip olan şarkıcı Yaşar Nur'un verdiği bir basın toplantısında konser için hangi şehirlere gidecekleri söyleniyor ve bu şehirler sırası ile Londra, Bolvadin ve İstanbul. Hatta, bu kısmı seslendiren filmin yönetmeni Berkun Oya imiş.

Filmde gördüğümüz ana karakterler Yaşar Nur, Firuz ve Zeynep Murron'dur. Yaşar Nur, uluslararası üne sahip bir şarkıcıdır. Londra ile ilgili çok da güzel anıları yoktur ancak yılbaşından önce konser vereceği için gitmek zorunda kalır. Zeynep Murron ise Yaşar'ın okuldan arkadaşıdır, bir İngiliz ile evlidir. Uzun yıllar Londra'da yaşadığı için Türkçesi oldukça kötüleşmiştir. Firuz ise Bolvadin'de doğmuş, ailesi ile Londra'ya göçmüş, otel mutfağında çalışan bir Türk gencidir.

Karakterlere daha detaylı baktığımızda hepsinin bir çok sorununu görürüz. Yaşar Nur'un hikayesi pek yansıtılmasa da, anlaşılıyor ki sevgilisi tarafından terk edilmiş. Sevgilisi ise çoktan evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştur bile. Zeynep ise çok mutlu değildir ve evliliğini "yanlış otobüse binmek gibi." tanımlar. Küçük bebeği sayesinde evliliğinin daha katlanılabilir olduğunu düşünmektedir. Firuz ise bir kaç ay içinde vatandaşlığını alacaktır. Yanında çalışan ve hiç İngilizce bilmeyen Türk arkadaşına karşı da pek nazik değildir. Ve, Yaşar Nur'a hayrandır.Bence, en gerçekçi karakter de Firuz'dur. özellikle Almanya'da yaşayan Türk ailelerinde çokça gördüğüm bir insan tipidir.

Filmin bir çok sahnesi bir otel odasında geçmektedir ve çokça gerer, izleyiciyi. Karanlık bir filmdir ve şiddetli sahneleri de çok vardır. izlerken, karşımda oluyormuşcasına bir his yarattı bende, izlerken hep huzursuzdum. Dolayısıyla, oyuncuların başarısını takdir ediyorum. 

Filmi izledikten sonra, bir gün bebeğim olursa kimseye emanet etmeme kararı aldım. Aldığım diğer karar ise, kimsenin bebeğine bakmayı kabul etmeyecek oluşumdu. Filmin etkisinden bir kaç gün boyunca çıkamadığım için üstüne çokça düşünebildiğim bir diğer konu ise, Firuz ve Firuz gibi karakterlerin kendilerini değiştirmeleri ve geliştirmeleri hakkında ne gibi şeyler yapılabileceği ve bu konuda benim elimden neler geleceği oldu. Ama anladım ki, bu iş zor. Yurtdışında kaldığım her zaman diliminde de bu duruma çokça kafa yormuştum. Başlarda, eğitimin bu duruma çözüm olabileceğine inanıyordum ama sonradan, sadece eğitimin yetmediğini anladım. Bu sorunu gidermek için bir çok açıdan donanımlı olmak laızm. Ve, bunun için ailelerin yapması gereken çok şey var. Önce aileleri eğitmeye başlamak lazım. Belki de, bunun için yurtdışında bazı belediyeler çalışıyordur, bu konuda pek de bilgi yok. Umarım, çalışıyorlardır.

Gecenin Kanatları

Kütüphaneye film almak için girdiğimde, ne izlemek istediğimi bilmediğimden amaçsızca rafların önüne gittiğide ilk gözüme çarpan filmi almaya karar vermiştim ki, o da Gecenin Kanatları oldu. Beren Saat'i pek sevmediğimden olsa gerek biraz isteksizce aldım elime filmi.Arkasını okudum, "12 Eylül darbesinden sonra, anne ve babası polis baskınında gözleri önünde katledilen Gece'nin yaşadığı büyük dram onu aşk ve ölüm arasında bir seçim yapmaya zorlayacak." En kötü ihtimal uyurken izlerim, dedim ve aldım.


Gerçekten de uyurken izledim, film bitene kadar uyuyakalırım diye düşünsem de uyuyakalmadım. Filme bayıldığımdan değil tabi, yeni aldığım Frenchpress ile sürekli filtre kahve tyapıp, içtiğimden.

İlk sahnede Gece ile babası Gece'nin küçük oyuncağı Bobo için kibrit çöpünden ev yapararlar. O sırada, ev baskına uğrar. Gece'yi dolaba saklar, babası. Sonra, Gece ailesini kaybetmenin acısı ve bunun yarattığı intikam duygusu ile canlı bomba olmaya karar verir. O sırada da, aşık olur. Aşkı ve davası arasında gidip gelen bir ru hali ile sevgilisi tarafından bu işten vazgeçirilir.

Filmde en iyi rol yapan Gece'nin sevgilisinin babası idi, bence. Çok fazla göremesek de, en içten en gerçekçi oyunculuğu onun yaptığına inanıyorum. Bahsettiğim adam kapıcıdır, bir oğlu ve kızı ile yaşamaktadır. Romatizması olduğu için dizleri tutmadığından çalışmaması lazımdır. Ancak, bu durumdan çok rahatsız olduğu için merdivenleri silerken oğlu tarafından eve götürülmeye çalışırken, "Çalışmalıyım." ya da ona benzer bir şeyler der. Tüm film boyunca tek etkilendiğim sahne burası oldu. Oysa, ilk sahnelerde eve baskın yapılması, küçük kızın dolaba saklanması ve buna benzer sahneler çok daha dokunaklı olabilirdi. Bunda oyunculuk mu, çekim mi, ya da sahne mi etkilidir bu konuda pek fikrim yok ama öyle bir şey olur ki izlerken o anı yaşar ya insan, işte o olmadı ama konu itibari ile düşününce olabilirdi ya da olmalıydı demeden de edemiyorum.

Yavuz Bingöl'ün ise devrimci rolünde olması nedense bana çok garip geldi. Sanki, role onu uyduramadım. Beren Saat de aynı şekilde, sanki canlı bomba olmaması lazım gibi geldi. Zayıf, sportif ve çevik fiziksel görütüsü açısından belki olabilir, bilemedim aslında. Belki de, ben bu konuda çok önyargılıyımdır. Beren Saat'in olduğu filmleri genelde sevmem ve bunun nedeni de tamamen sesinin beni rahatsız etmesi ile ilgilidir. Kulak tırmalayan ince bir sesi var ve bu beni çok rahatsız ediyor. İzlerken bir an evvel bitsin istediğimden izlediğime odaklanamıyorum.

Filme dair sevdiğim bir kaç şey ise Gece adı, güvercinlerle dolu bir teras ve küçük kızın oyucnağı oldu. Adlara oldukça önem veren ben, Gece adını duyunca önce beğendim ama sonradan çok karanlık bir ad olduğunu düşünüp sevmekten vezgeçtim. Güvercinlerle dolu teras ise çok sempatik geldi bana ve zaten benim de hayalim olan şeylerden biri. Küçük kızın oyuncağına gelince aynısından bende de vardı. Dolayısıyla, tüm film boyunca acaba evde duruyor mudur, duruyorsa nerdedir, acaba nerden aldık, nerelere yanımda taşıdım ben o oyuncağı ve buna benzer şeyler düşündüm durdum.

Son olarak, filmi ne sevdiğimi ne de sevmediğimi söyleyebilirim. Öylesine zaman doldurmak için izlenebileceğini ama asla kimseye bir şey katmayacağını belki kendinden bir şeyler, benim oyuncağım gibi, bulursa az biraz sevebileceğini düşündüğümü söyleyebilirim.

8 Aralık 2012 Cumartesi

Çengelköy olur Masal

Çengelköy, çocukluğumdan beri benim için çok önemli bir yer olmuştur çünkü en sevdiğim dizi olan Süper Baba orada çekilmiştir. Süper Baba'yı izlediğim yılların bir kısmında İstanbul'da yaşıyor olsak da hiç gitmedik. İstanbul'da yaşamadığım yıllarda ise hep üniversiteyi kazanıp İstanbul'a gideceğim hayalleri ile yaşadım. Lise sondayken sınava doğru resmi şarkımız olmuştu, 'bekle bizi İstanbul.' Kimi zaman tüm gözükaralığım ile "İstanbul olmazsa, başka yerde okumam. gerekirse tekrar giderim sınava." derdim, ki zaten tekrar girdim de. İstanbul bile denilemeyecek bir yerde İstanbul'da okuduğumu iddia ederek okudum ve mezun bile oldum. Bu sıra da, her gezmelere gidişlerimden 'şehre inmek' diye bahsettim. Tabi, okul telaşı, dersler, sınavlar, şehre inmeler, şehirden dönmeler derken Çengelköy aklıma bile gelmemişti. 

Bir gün aniden, çocukluğumu düşünürken Çengelköy, düşüverdi aklıma. Hem de, kötü diye nitelendirilebilecek bir zaman da, hani olur ya her şey kötü gider ve insan battıkça batar ve o an aklına çocukluğu ve çocukluğundan anıları gelir. İşte öyle bir günde bir arkaşımla planladık, Çengelköy'e gitmeyi.



Önce, Kadıköy'den otobüse bindik. Çengelköy'de inerinmez bir börekçiden iki kişilik börek aldık. Böreklerimiz ile beraber Tarihi Çengelköy Çınaraltı Aile Çay Bahçesi'ne gittik. Aklıma, diziden sahneler de gelmedi değil ama manzaranın güzelliği karşısında diziyi düşünmeyi boşverip börek ve çay keyfi yaptım, hem de yağmur yağarken. Yağmurlu havada deniz başka bir güzeldi. Hele kokusu...



Karnımızı doyurduktan ve yağmur da dindikten sonra, etrafa baka baka sokaklarda yürüdük. Mezarlığı gördük, çok emin değilim ama sanırım Kemalettin Tuğcu'nun mezarı oradaymış. Belki de bu sebepten dolayı Kemalettin Tuğcu Sokağı'ndan da geçmiş olduk.




Eski evler gördük. Bir tane ev vardı ki, camında tül perdesi vardı. En çok o eski evi sevdim. Sokaklarda kediler gördük, sevdik de onları. "İstanbul ve Kedileri." dedik. "İstanbul güzel şehir." de dedik. Hatta, " İstanbul dışında yaşanılmaz." bile demiş olabiliriz. 


 Sonra, karnımız yine acıktı. Yine yemek yedik, nerde yesek diye düşünürken küçük, şirin bir dönerci gördük ve orada pilavlı döver yedik. Ayran da içtik. Arkadaşım çok sıkılmış olmalı ki, kürdanlar ile oynadı durdu. O sırada benim de aklıma Kürt böreği geldi ve sabah neden şeker pudralı Kürt böreği yemediğimizi düşünü üzüldük. Ben, "pastanede yoktu." dedim. Arkadaşım, "sormadık ki, belki de vardı." dedi. Sonra, pastaneye girdik ve ben tüm sevimli yüz ifadem ile "Pardon, Kürt böreği var mı acaba?" diye sordum. Amca, "Var." diye cevapladı. Ben, "Peki, iyi günler." dedim ve çıktık.


 Kadıköy'e geri döndük. Ben de, oradan İstanbul dışındaki kampüsüme geri döndüm. Çengelköy masal oldu, uyudum sırça fanusumda.


Human Library

Bugün 'kitap' okumak yerine 'insan' dinledim. Nasıl mı? Human Library adlı bir etkinlik sayesinde. Etkinlikte üç grup insan vardı, kitaplar, okuyucular ve kütüphaneciler. kütüphanecilerin yardımları ile okumak istediğimiz kitabın masasına gidip, direkt olarak kitabınızla konuşmaya başlıyorsunuz.

Kitap konuları toplumda ötekileştirilen insanlardan oluşuyor. Benim okuduğum kitapların başlıkları sırası ile şunlar oldu: Transsexual (female to male), Kurdish, Ex member of the Cemaat, person with obsessive compulsive disorder ve bisexual. Önce istediğim başlığa kayıt yaptırdım, ardından kütüphaneciler beni seçtiğim başlığın olduğu masaya götürdüler. Karşımda o başlığı benimsemiş bir insan ile istediğim her şeyi konuştum. Ona sorular sordum. O, bana sordu. Bildiğim bazı şeyleri tekrarlardı ya da hiç bilmediğim bilgiler verdi. kendi deneyimlerini anlattı, ben ona düşündüklerimi söyledim. Sohbetimiz yarım saat sürdü ve sonuna doğru kütüphanecimiz bizi vaktimizin daraldığına dair uyarmaya geldi. İstersem başka bir kitaba kayıt yaptırabileceğimi, hangilerine ne zaman kayıt olabileceğim konusuda yardımcı oldu.

Bugüne kadar katıldığım en anlamlı ve en verimli sosyal proje Human Library oldu. 'Önyargılarınızdan kurtulun.' sloganı ile başlatılan bu projenin amaçları farklılıkları beraber yaşayarak aşmayı ve empati kurmayı öğretmektir. Bu etkinliğin sık sık tekrarlanabilmesini ve bir çok yerde olmasını isterim. Eğer, anlatacak bir hikayem olursa ya da varsa ve bu hikayem toplumun bir çok kesiminde pek de kabul görmeyen bir şey ise  Yaşayan Kütüphane'de 'kitap' olmak bile isterim. 

Yaşayan Kütüphane'nin kişisel olarak bana katkısı uzaktan sadece adlarını bildiğim bir kaç derneğin daha detaylı bilgisini kazandırmış oldu. Ve düşünmeye başladım acaba ben olsam ne yapadım, başıma neler gelirdi diye. Mesela, önceden "Ben biseksüelim." diyen bir insana "Olabilir, normaldir." derdim yani ne önyargım vardı, ne de kaygılarım. Ancak, şu an olaya daha farklı yaklaşabilirim diye düşünüyorum. En azıdan, "Seçimin ne olursa olsun, kim ne derse desin ben yanında olacağım. Ne zaman desteğe ya da dertleşmeye ihtiyacın olursa beni ara." derim. Bu da, Yaşayan Kütüphane'nin bana en büyük katkısı oldu. 


3 Aralık 2012 Pazartesi

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, Barış Bıçakçı'nın 2008 yılında yayımlanan bir intiharı ve intiharın çevresindekiler anlattığı bir romanıdır. Bir intihar ve intihar sayesinde birbirini anlayan ve yakınlaşan insanlardır, romanın kahramanları. 

Kitabın intihar eden kahramanının adı 'Başak'tır ve ben Barış Bıçakçı'nın bu adı kendi adının içinde bulunan harflerden oluştuğu için seçtiğini düşünmeden edemedim. Başak, intihar eder ve bu durumu annesi, anneannesine söylemez, söyleyemez. Sonrasında da, komşularının kızı anneanneyi Başakmışcasına arar ve Avrupa'da eğitim aldığından bahseder. Telefonlar sayesinde komşu kızı, Başak'ın anneannesi, annesi ve erkek kardeşi ile yakınlaşmaya başlar.

Başak'ın neden intihar ettiğini ve nasıl intihar ettiğini kitabı okurken öğrenemiyoruz ancak her bölümde Başak da dahil olmak üzere tüm karakterlerin iç dünyası hakkında bilgiler edinebiliyoruz. Başak'ın sorunlarından biri 'yabancılık'tır. Ve bunu, Başak'ın "Ben hep bir şarkının ellerindeydim. Bu yüzden aranıza katılamadım." şeklinde fısıldamasından çok net bir şekilde anlayabiliyoruz.
Başak'ın bir diğer sorunu ise babasızlıktır. Yıllar önce babaları tarafından terk edilen Başak ve ağabeyi Umut anneleri evde yokken 'babamız nerede?' oyunu oynarlar, ta ki anneleri eve gelene kadar, annelerinin geldiğini hissettikleri an bir anda oyun biter. Babamız nerede? oyunu ise babalarının nereye gittiğini, neler yaptığını hayal güçlerini kullanarak hikaye şeklinde anlattıkları bir oyundur. Tabi, bu arada Umut hakkında da bir çok öğreniyoruz. hatta okumaya devam ettikçe, anneleri, Umut'un eski sevgilisi, komşuları ve komşularının oğlu hakkında bile. Yani, kitap sadece Başak'ın hikayesinden oluşmuyor. Başak ve çevresini tamamen kapsıyor iç ve dış dünyaları ile tamamen. Kitabın adından da anlaşılabileceği gibi, 'bir süre yere parelel gittikten sonra'yı anlatıyor.

Barış Bıçakçı'nın okuduğum ilk kitabı Bizim Büyük Çaresizliğimiz olmuştu, o yüzden onun kadar sevemedim, ama ondan sonraki en çok sevdiğim Barış Bıçakçı kitabı oldu, Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra. Adından çok etkilenmiştim, henüz okumaya başlamadan önce. Ardından da, kitabın bölüm adlarından çok etkilendim. En sevdiğim bölüm adı ise, 'Yolun sonuna doğru haklı çıktı Dostoyevski' oldu. Bu bölümün sonunda Umut diyor ki, "Ama, bak yolun sonuna doğru haklı çıktı Dostoyevski. 'Her şeyi fazlasıyla anlamak hastalıktır,' demiş ya... Ben de hastalandım işte."